Türkiye Cumhuriyeti’nin Atatürk’ün ölümüne kadar olan Kuruluş döneminin Ekonomi politikalarını ve verilerini incelerken, özellikle Kurucu Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Atatürk’ün ekonomiye yaklaşımını da göreceğiz. Atatürk dönemi ekonomisine genel olarak “Milli İktisat” demek yerindedir.
Atatürk’ün ekonomi hakkındaki düşünceleri yakın tarihin tanıklığı ile oluşmuştur. Bu tanıklıkta Kapitülasyonlar en önemli yeri kaplamaktadır. Osmanlı Devleti’nin Batılı devletlerden aldığı borçlar karşılığında verdiği ekonomik, mali ve yargı alanlarındaki ayrıcalıklara karşılık gelen Kapitülasyonlarla, alınan borçların ödenememesi sonucu oluşan “Duyun-i Umumiye” ve “Reji İdareleri”, zaten ekonomik yönden Batılı devletlere bağımlı Osmanlı’yı daha da bağımlı hale getirmiş, adeta bir mali sömürge konumuna düşürmüştür.
Bu sebepledir ki, Atatürk o ünlü cümlesinde şöyle demiştir: “ Siyasi, askeri zaferler ne kadar büyük olursa olsun, ekonomik zaferlerle taçlandırılmazsa kazanılacak başarılar yaşayamaz ve sürekli olamaz”
Mustafa Kemal Atatürk “bağımsızlık ve özgürlük benim karakterimdir”der. Gerçekten de Atatürk tarihi kişilik olarak tam bağısızlıktan yana, anti emperyalist, ulusalcı bir devrimcidir. Tam bağımsızlığın ancak ekonomik başarı ve kalkınma ile gerçekleştirilebileceğini bildiği için, ekonomiye özel bir önem vermiştir. “Zamanımız tamamen bir iktisat çağından başka bir şey değildir” ve “Ekonomik kalkınma, Türkiye’nin hür, müstakil, daima daha kuvvetli, daima daha refahlı Türkiye idealinin belkemiğidir” cümleleri önderimize aittir. Olayın özünü çok iyi kavradığı, dünya üstündeki tüm çatışma ve savaşların esas sebebinin de, mevcut siyasi sistemlerin altında yatan temel sebebin de ekonomik olduğu gerçeğini gördüğü su götürmez bir gerçektir. Çok okuyan bir kişi olan Atatürk, Tarih ve Siyasetin yanında Ekonomi ile ilgili kitaplar da okumuştur. Liberal ekonomiler kadar, örneğin Alman Sosyal Demokratları ve Rus Bolşevikleriyle ve onların Ekonomiye bakış açılarıyla ilgili bilgi ve görüş sahibi olduğunu biliyoruz. Ancak Atatürk’ün ekonomi politikası asla ideolojik değildir. Dünya üstündeki ekonomik birikim ve deneyimlerden yararlanmak suretiyle bir Türkiye modeli yaratmıştır. Amaç ülkenin kalkınması ve halkın refahıdır. İşte buna Milli İktisat diyoruz!
Kurtuluş Savaşı devam ederken, cephede topla tüfekle mücadele ederken, ekonomik mücaledeleyi de yürütmüştür. T.B.M.M. açılmadan 16 Mart 1920’de İstanbul fiilen işgal edilir edilmez, Anadolu’daki mali kaynaklara el konulmuştur. “Heyet-i Temsiliye” adı altında tüm kolordu ve valiliklere gönderilen bir tamim ile, Anadolu’daki tüm bankalardaki kaynaklarla, Duyun-i Umumiye ve Reji İdarelerinin gelirlerine el konularak para ve değerli madenlerin İstanbul’a aktarılması engellenmiştir. T.B.M.M. açılır açılmaz, kurulan ilk hükümette hem İktisat hem Maliye bakanlıkları yer almıştır. Mondros Mütarekesi sonrasında Türkiye’ye mal satıp, mal çıkaran yabancılara yönelik İhracat ve İthalat, yani Gümrük vergileri devreye sokulmuştur. Mevcut gümrük vergileri 5 misli, ardiye resmi 10 misli arttırılmıştır. Burada bir ekonomik savaşın da sürdürülmekte olduğunu görüyoruz.
1920 bütçesi bir savaş bütçesidir. Savunmaya ayrılan pay tüm ödeneklerin %53’üdür. 1921 yılında Maliye Bakanlığı, ülkede sanayinin nispeten daha yoğun olduğu İstanbul, İzmir, Adana, Bursa gibi illerde bir servet envanteri çıkartmaya çalışmıştır, bir ölçüde de başarılı olmuştur.
Türkiye’nin bağımsız ve egemen bir devlet olarak tanındığı, hukukunun tescil edildiği Lozan Anlaşması henüz imzalanmamış iken 17 Şubat-4 Mart 1923 tarihleri arasında İzmir’de düzenlenen İktisat Kongresi, aslında bir egemenlik çığlığıdır. Bu kongrede Kapitülasyonların kesin olarak kabul edilmeyeceği dünyaya ilan edilmiştir.
Atatürk Kongre açış konuşmasında kapitülasyonlara geniş yer ayırmış, aynı zamanda bundan sonra izlenecek iktisat politikalarının ipuçlarını vermiştir. Bu konuşmada Atatürk, kongrenin Türkiye’nin gelişmesinin yollarını arayıp bulmak gibi vatani, hayati ve milli bir amaçla toplandığını söylemiştir. İzmir İktisat kongresinin önemle üstünde durmalıyız. Henüz savaş şartlarının ortadan kalkmadığı, Lozan anlaşmasının imzalanmadığı ve Cumhuriyetin kurulmadığı bir tarihte “Ekonomi” başlıklı bir kongre şaşırtıcıdır. General Kazım Karabekir başkanlığında toplanan kongreye 1135 temsilci ile yabancı büyükelçi olarak Rus Aralov ve Azerbaycan büyükelçisi Abilov katılmıştır. Özellikle Aralof sürekli notlar tutmuş ve Moskova’yı kongrenin gidişatı hakkında sürekli bilgilendirmiştir. Çünkü Kurtuluş Savaşı’nda Türkiye’ye önemli silah ve mühimmatla birlikte nakdi yardım yapan Sovyet Rusya, Mustafa Kemal Atatürk’ü ve Türkiye’nin gittiği yönü dikkatle takip ediyordu. Kongrede Türkiye Lozan görüşmelerinde de referans olacak şekilde batının bir parçası olduğunu, serbest girişim ve özel mülkiyeti benimsediğini, kalkınma için iç ve dış sermaye yatırımlarının desteklenmesi gerektiğini ilan etmiştir. Kongre temel amaç olarak, savaşlardan bitkin çıkan ekonomik faktör ve bileşenlerin birbirlerini tanımalarını, Kurtuluş Savaşı’na mesafeli yaklaşan sermaye çevrelerinin siyasi erkle kaynaşmalarını, siyasi ve ekonomik bağımsızlıkla ilgili bir milli mutabakatın sağlanmasını ele almıştır. Kongre sonunda bir Misak-ı İktisadi benimsenmiştir. Bu metinde şu görüşlere yer verilmiştir:
- Yerli malı kullanılması sağlanmalıdır
- Teknik eğitim geliştirilmelidir
- Ham maddesi yurt içinde olan sanayi dalları kurulmalıdır
- Küçük işletmelerden büyük işletmelere geçilmelidir
- Özel girişime destek olacak, kredi sağlayacak bir devlet bankası kurulmalıdır
- Demiryolu inşaatı bir programa bağlanarak desteklenmelidir
- Yabancıların kurdukları tekellerden kaçınılmalıdır
- İşçilerin durumu düzeltilmelidir
Görüldüğü gibi metin bugün bile altına imza atacağımız ulusal, ilerici, toplumcu görüşler içermektedir.
Lozan görüşmeleri çok çetin geçmiştir. Özellikle kapitülasyonların kaldırılması konusu üstünde en uzun müzakerelerin yapıldığı konu olmuştur. Doğu Akdeniz’de önemli ayrıcalıklara sahip Fransa bu konuda çok direnmiş, İngiltere başta Musul ve Kerkük olmak üzere başka konuları sürüncemede bırakacak şekilde baskıcı bir rol oynamıştır. Kapitülasyonlar 1923 yılında kaldırılmıştır, ancak alınan kararla Türkiye’nin bu konuda yeni düzenlemeler yapma, vergi koyma yetkisi kısıtlanmıştır. Türkiye bu hakkı 1929 yılında kullanmaya başlamıştır. Yine önemli bir konu Osmanlı devletinden kalan borçlardır. Türk heyetinin önerisiyle bu borçlar, Balkan Savaşından sonra imparatorluktan ayrılan devletler arasında kazanılan yüzölçümü oranında dağıtılmıştır. Bu şekliyle borçların %67’sini yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti, %11’ini Yunanistan, %8’ini Lübnan ve Suriye, %14’ünü ise Osmanlı’dan toprak kazanmış muhtelif devletler üstlenmiştir. Müttefiklerin borçların altın ve sterlin ile yapılması önerisi reddedilmiş, ödeme planı ve şekli sonraya bırakılmış; 1928 Paris anlaşması ile bir ödeme planı üstünde anlaşılmıştır. Daha sonra 1933 yılında, Türkiye’nin başvurusuyla tekrar Paris’te yapılan görüşmeler sonucunda borçlar %80 oranında düşürülmüştür. Üç yıllık bir çalışmayı kapsayan bu süreç başka bir diplomasi başarısıdır. Sonuçta Türkiye payına düşen borçları 1929’dan başlayarak 1954 yılına kadar ödemiştir. Bu yolla Osmanlı’nın Kırım Savaşını finanse etmek için 1854 yılında ilk aldığı dış borç yüz yıl sonra kapatıldı.
Konferans sırasında İsmet İnönü ile sürekli çatışma içinde olan İngiliz Lord Curzon, Amerikan temsilcisi ve İnönü ile yaptığı özel görüşmede şunları söylemiştir:
- Konferansta bir neticeye varacağız. Ama memnun ayrılmayacağız. Hiçbir konuda bizi memnun etmiyorsunuz. Her dediğimizi makul olduğuna, haklı olduğuna bakmaksızın reddediyorsunuz, bunların hepsini cebimize koyuyoruz…Harap bir memleketi nasıl kurtaracaksınız? İhtiyaç sebebiyle yarın para istemek için karşımıza geldiğinizde, bugün reddettiklerinizi cebimizden birer birer çıkarıp size göstereceğiz.
Bu sözler kurulan Cumhuriyetle birlikte batının Türkiye’ye bakışını ve sonra olup bitenleri çok güzel özetliyor. Atatürk’ün başta olduğu Kuruluş döneminde Türkiye batıya karşı hiç diz çökmemiştir, ancak ondan sonra batı ekonomik yöntemleri kullanarak ülkeyi yönetenlere diz çöktürmüş, bir kısmını açıkça satın almıştır.
Atatürk dönemi iktisadını incelerken, bu dönemi iki bölüme ayırmak gerekir. Birincisi İzmir İktisat Kongresinde açıklandığı üzere serbest girişime, yatırıma dayalı kısmi Liberal dönem, ikincisi planlamaya ve devlet girişimine dayalı Devletçi dönem. İlk dönem 1923-1930 yılları arasına denk düşer; ikinci dönem 1930’lardan başlayan hazırlıklarıyla birlikte Atatürk’ün ölümüne kadar olan dönemdir. Her iki dönemde de karma ekonomi benimsenmiştir. Yani birinci dönemde de devlet yatırımları mevcutken, ikinci dönemde de özel mülkiyet ve girişimcilik serbesttir. Burada esas olanın her ne şekilde olursa olsun ülkenin kalkınmasının ve halkın refahının hedeflenmesi olduğu aşikardır. Başta söylediğim gibi ekonomiye yaklaşım ideolojik değildir, ülkenin gerekleri ve halkın gereksinimleri doğrultusunda alınan kararlardır, bir ulusal kalkınma modelidir.
Cumhuriyet kurulduğunda ülkenin durumu perişandı. 1923’te Batılı devletlerde ortalama kişi başına düşen gelir 6000 dolar seviyelerindeyken, Türkiye’de 700 dolardır. Yabancı şirketler ve bankalar halen ekonominin tamamını kontrol edebilir durumdaydı.1927 yılındaki sayımda 13,5 milyon nüfusun %83,7’si kırsal bölgelerde yaşıyor, %81,6’sı tarımla geçiniyordu. Köylüler çoğunlukla yetiştirdiklerini kendileri tüketiyordu. Tarımsal ürünlerin pazarlara ulaşmasını sağlayacak ulaşım kanalları çok az olduğundan, tarım ürünlerinin diğer ürünlerle değişimi çok sınırlıydı. Toplam değeri 337 milyon lira olarak hesaplanan tarımsal üretimin %70’i tahıl olmak üzere büyük çoğunluğu tahıl ve baklagillerden sağlanıyordu. Yine 1927 yılı sayımına göre ekili araziler 43 bin 638 dönüm olarak hesaplandı. Bu tüm Türkiye arazisinin yaklaşık %5’i, ekilebilecek arazinin 1/7’si idi. Ekonomide iç ve dış ticaretin hemen hemen tamamı azınlıkların elindeydi. Sanayi üretimi el sanatlarından ibaretti. Batılı devletlerin bir taraftan elde ettikleri kapitülasyonlar, bir taraftan empoze ettikleri serbest ticaret Anadolu’da sanayinin kurulmasını engellemiştir, mevcutları öldürmüştür. Türk halkının sanayi malları ihtiyacı tamamen ithalat yoluyla karşılanıyordu. Bu ithalatın karşılığında ise fındık, kuru üzüm, incir, tütüngibi sınırlı sayıda tarım ürünü ve halı, kilim gibi birkaç el sanatı ürün ihraç ediliyordu. Mevcut tarım alanları da savaş ve istilalar sırasında harap olmuştu. Yine Lozan anlaşmasına bağlı olarak bir yıl sonra yapılan mübadele anlaşması ülkenin nitelikli beşeri sermayesine olumsuz etki yaptı. Türkiye’yi terk eden, çoğunluğu tüccar, esnaf ve zannatkarlardan oluşan 1,5 milyona yakın Ortodoks Rum nüfusuna karşı Balkanlar, Rumeli ve Adalardan 600 bin civarında Müslüman Türk mübadil geldi. Bu insanlar çoğunlukla köylü ve çiftçiydi, üstelik yüzyıllar boyunca Osmanlı idaresi altında elde ettiklerini oralarda bırakıp gelmişlerdi. Barınma ve geçinme sorunları genç Türkiye Cumhuriyeti’ne ilave bir sorumluluk getirdi.
Cumhuriyetle birlikte bu ilk dönemde devlet ekonomide güdümcü ve girişimci değil, düzenleyici ve destekleyici bir rol üstlenmiştir. Eldeki çok kısıtlı imkanları koruyacak bir yeniden yapılanma ve demir yolları gibi çok hayati konularda alt yapı yatırımlarının yapıldığı bir dönemdir. Kısmi Liberal sayılabilecek bu dönemde devletin bizzat kendisinin işletmediği tekellerin imtiyazlı şirketlere verildi, devlet ihaleleri yoluyla ve geniş teşviklerle özel sermayeyi cesaretlendirip, sermaye birikimini hızlandırmaya dönük hamleler yapıldı. 1924 yılında özel sermayeyi finansman yönüyle desteklemek üzere İş Bankası kuruldu. Yine milli bankalar olarak 25’te Sanayi ve Maadin Bankası, 27’de Emlak ve Eytam Bankası; Sigortacılık alanında 1925’te Anadolu Sigorta, 29’da Milli Reasürans kuruldu.
1925’te Aşar vergisi kaldırıldı. Osmanlı’nın en önemli gelir kaynaklarından olan aşar vergisi toprak gelirlerinden alınan bir vergiydi. Aşardan elde edilen gelir kaybını kapatmak için tüketim ve muamele vergileri gibi dolaylı vergiler konuldu. Muamele vergisi Atatürk sonrası dönemde muhalefetin en çok eleştirdiği ve İnönü yönetimini zora sokan konulardan birisidir. Canlı hayvan vergisi olan Ağnam da Osmanlı’dan kalan bir vergiydi. Aşarın aksine Ağnam arttırıldı. 1926’da arazi ve ağnam vergilerinden elde edilen gelir toplam gelirin %12’si idi. 1926’da Türk karasularında kabotaj hakkı sadece Türk vatandaşlarına verilecek şekilde düzenlendi. 1927 ve 1928’de toprak reformuna gidildi, topraksız köylülere ve göçmenlere toprak dağıtıldı.
1927 yılında özel yerli sanayine ve sermayeye çok geniş koruma ve muafiyet olanakları sağlayan Teşvik-i Sanayi Kanunu çıkarıldı. Devletin bu dönem ekonomideki varlığı Osmanlı’dan kalan tuz, petrol, benzin, barut gibi faaliyetlerde bulunan işletmelerden ibarettir. Sayıları 22’yi bulan bu işletmeler 1925 yılında kurulmuş bulunan Sanayi ve Maadin Bankası’na devredildi. 1929 yılına kadar devletin gümrük vergileri üstünde yetkisi olmadığı için dış rekabete karşı kendi sanayisini koruma olanağı bulunmuyordu. Asıl yatırım demir yollarında yapıldı. 1928 ve 29’da Ankara-Ulukışla ve Mersin-Adana hatları yabancı şirketlerden satın alındı ve yatırımla Ankara-Sivas demiryolu tamamlandı, toplamda 225,6 milyon TL harcanarak 1.595 km. yeni hat inşa edildi.
Atatürk dönemi İktisadının en parlak başarı yıllarının yazıldığı dönem, Amerika’dan başlayarak tüm dünyayı etkisine alan ve derin izler bırakan 1929 global krizi ile başlayan dönemdir. Bu krizde tüm ürünlerle birlikte tarım ürünlerinin fiyatlarının da düşmesiyle, köylü üstündeki vergi yükü artmıştır. Vergi ve borçlarını ödeyemeyen çiftçilerin mallarına, topraklarına haciz uygulamaları başlamıştır. Atatürk bunu bizzat İzmir ve Antalya’ya yaptığı gezilerde tespit etmiş, duruma çok üzülmüştür. Zaten az olan dış ticaret te durumdan çok kötü etkilenmiştir. 1928 yılında 88,3 milyon dolar olan ihracat 29’da 74,8 milyon dolara, 30’da 71,4 milyona, 31,de 60,2 milyona, 32’de 48 milyon dolara gerilemiştir. Aynı şekilde ithalatta 1930’da 69,5 milyon dolara, 31’de 59,9 milyona, 32’de 40,7 milyon dolara düşmüştür. GSMH cari fiyatlarla 1930’da %23, 31’de %12 azalmıştır. Global krizle birlikte Türk parasının değerinde büyük bir düşüş yaşandı Olumsuz etkilerden korunmak maksadıyla 1930’da Türk Parasının Kıymetini Koruma Kanunu çıkarıldı ve Merkez Bankası kuruldu. Öncesinde yabancılara ait Osmanlı Bankası Merkez Bankasının yerine hareket ediyordu. Merkez Bankası’nın kurulmasıyla, maliye politikalarının yanında para politikalarını da hayata geçirme imkanı doğdu. Cumhuriyetin kurulmasıyla benimsenen yerli sermayenin güçlendirilmesi ve sermaye birikimi sağlanması metodundan vazgeçildi. 1930 yılından itibaren fiilen uygulanan devletçilik ilkesi sayesinde devlet güdümcü, girişimci, plancı bir yapıya büründü. 1929 buhranı ve dünyada olup bitenler başka bir yolla kalkınmanın mümkün olmadığını gösteriyordu. Tek çıkar yol Türkiye’nin sanayi malları alanındaki gereksinimlerini kendi olanaklarıyla karşılamasıydı. Fakat 10 yıllıkdeneyim özel sektörün bunu başaramayacağına delil teşkil ediyordu.
1930 yılından itibaren Türkiye’de devletçilik ilkesi uygulanmaya başladı. Burada devlet öncülüğünde planlı sanayileşme modeli uygulanmıştır. Devletçilikte her türlü özel girişim, devletin öngördüğü plan doğrultusunda ve denetiminde yapılmaktadır. Özel sektörün gerçekleştireceği yatırımlar, devletin ekonomik programıyla uyuşmak zorundadır. 20 Nisan 1931’de Atatürk daha sonra 1937 Anayasasında yer alacak ve Cumhuriyet politikalarının temelini oluşturacak 6 ilkeyi ilan etti. Atatürk’ün üstünde durduğu ekonomik konulardan biri de kooperatifçilik olmuştur. 10-18 Mayıs 1931 tarihleri arasında toplanan CHP’nin 3. Büyük Kongresinde partinin kabul edilen ilk resmi programında kooperatifçiliğe yer verilmiştir. Daha sonra 1935 yılında kooperatifçilik ile ilgili kanun çıkarılmış, ülke çapında yüzlerce kooperatif kurulmuş, kurulan Tarım satış ve kredi kooperatifleri ile toprak ürünleri gerçek değerini bulmuştur.
Cumhuriyet hükümeti planlı ekonomi ile devletçilik uygulamaya karar verdiğinde, dünyada benzer uygulamaları hayata sokan Sovyetler Birliği ile temasa geçmiştir. 1932 yılında bu işin uzmanı Prof.Orlov başkanlığındaki Sovyet ekibi Türkiye’ye gelmiş; yaptıkları araştırmalar ve çalışmalar sonucu bir rapor hazırlamıştır. Bu rapor doğrultusunda 17 Nisan 1934’te 1. Beş Yıllık Sanayi Planı hazırlanmış ve mecliste kabul edilerek uygulanmaya başlamıştır. Aynı yıl Sovyetler Birliği ile 8 milyon dolar tutarında, faizsiz, 20 yıllık bir borçlanma protokolü imzalanmıştır. Bu dünya finansman çevrelerinde bir gelişmekte olan ülkeyle yapılan ilk kredi anlaşmasıdır. Takip eden 25 yıl boyunca Türkiye dış borç almamış, kredi kullanmamıştır. Bu borç, kurulacak şeker ve dokuma fabrikaları için Sovyet malzemesi alımında kullanılmış, projeyi 1933 yılına kurulmuş olan Sümerbank yürütmüştür. Bu süreçte Kayseri Bez, Nazilli Basma, Bursa Merinos, Gemlik Suni ipek, Malatya Bez fabrikalarının temelleri atılmıştır. 1. Beş Yıllık Planda Tekstil, demir çelik, porselen, kağıt, şeker gibi sektörler ana sektörler olarak benimsenmiştir. Bu dönemde tarımda yaşanan en önemli gelişme 1932 yılında Ziraat Bankası’na bağlı olarak kurulan, 38’de bağımsız bir kurum haline gelen Toprak Mahsulleri Ofisi’nin kurulmasıdır. 1933’te Yüksek Ziraat Enstitüleri, 1935’te Maden Tetkik Arama ve Etibank, 1939’da Karabük Demir Çelik fabrikası kurulmuştur. 1. Beş Yıllık Sanayi Planı çerçevesinde Finansman alanında Denizbank, Halk bankası, Ziraat Bankası, Türk Ticaret Bankası kurulmuştur.
1936 yılında 2. Beş Yıllık Sanayi Planı oluşturulmuş ancak dünyada oluşan savaş rüzgarlarıylasekteye uğramış, Atatürk’ün vefatından iki ay önce dört yıllık olarak tekrar düzenlenmiş, vefatının ardından uygulanmaya fırsat bulamadan İktisadi Savunma Planı haline gelmiştir. Savaşın bittiği 1945 yılından sonra Planlama devletin önceliğinden çıkmış, 1960 yılında kurulan Devlet Planlama Teşkilatıyla tekrar gündeme gelmiştir. Bildiğimiz gibi 1980’den itibaren tüm dünyaya egemen olan Neo Liberal siyasi görüşün ve ekonomik düzenin gözünde bir numaralı düşman ekonomiye devlet müdahalesi ve planlamadır. Oysa ki, Kalkınma odaklı Planlı Karma ekonomi ve Devletçilik sayesinde Türkiye önemli başarılara imza atmıştır. 29 Buhranından bu sayede en az hasarla çıkılmış, ekonomik düşüş belli bir sınır içinde tutulmuş, yerli girişimci ve mühendislerin yetiştiği bu süreçte ülke kalkınması yolunda önemli mesafe katedilmiştir.
Atatürk Devletçilik ilkesini açıklarken net bir şekilde bunun Komünist veya Kollektivist dünya görüşünden kaynaklanmadığını, Türkiye’nin tarihsel ve sosyolojik şartları gereği gündeme gelmiş bir yol olduğunu, özel sermayeyi ve girişimciliği önleyen, engelleyen bir yapısının olmadığını, aksine top yekün ülke kalkınmasını ve toplum refahını hedefleyen bir çaba olduğunu belirtmiştir.Bu çaba gerçekten amacına ulaşmış, Türkiye’yi gelişmekte olan ülkelerden üst lige taşıma yolunda gerekli alt yapı ve ekonomik düzenin oluşturulması yönünde çok faydalı olmuştur.
Cumhuriyet’in kuruluş döneminde yapılmış olan tespitlere, buna uygun politika ve uygulamalara katılmamak mümkün değildir. Bugün bile geçerli sebeplerle, planlı kalkınmayı öngören, sanayide gelişmeyi ham maddeden başlatan, o dönem itibarıyla üretici tek sınıf diyebileceğimiz köylüden başlayarak çalışan, üreten, emek vereni destekleyen, Tarımı, kooperatifçiliği önemseyen, işçilerin şartlarının düzeltilmesinden bahseden, öncelikli sektörleri sayarken Tekstil, Şeker, Çimento, Kağıt, Demir Çelik, Kimya gibi bugün de altına imza atacağımız öncelikleri öngören bir vizyondan söz ediyoruz.
Ben son söz olarak, bütün dünyanın yeniden Planlamayı konuştuğu, bu pandemi sonrası belirsiz, güvensiz neo liberal düzende yeniden Atatürk, yeniden Atatürk vizyonu diyorum!