Atatürk Dönemi İktisat Politikaları

Türkiye Cumhuriyeti’nin Atatürk’ün ölümüne kadar olan Kuruluş döneminin Ekonomi politikalarını ve verilerini incelerken, özellikle Kurucu Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Atatürk’ün ekonomiye yaklaşımını da göreceğiz. Atatürk dönemi ekonomisine genel olarak “Milli İktisat” demek yerindedir.

Atatürk’ün ekonomi hakkındaki düşünceleri yakın tarihin tanıklığı ile oluşmuştur. Bu tanıklıkta Kapitülasyonlar en önemli yeri kaplamaktadır. Osmanlı Devleti’nin Batılı devletlerden aldığı borçlar karşılığında verdiği ekonomik, mali ve yargı alanlarındaki ayrıcalıklara karşılık gelen Kapitülasyonlarla, alınan borçların ödenememesi sonucu oluşan “Duyun-i Umumiye” ve “Reji İdareleri”, zaten ekonomik yönden Batılı devletlere bağımlı Osmanlı’yı daha da bağımlı hale getirmiş, adeta bir mali sömürge konumuna düşürmüştür.

Bu sebepledir ki, Atatürk o ünlü cümlesinde şöyle demiştir: “ Siyasi, askeri zaferler ne kadar büyük olursa olsun, ekonomik zaferlerle taçlandırılmazsa kazanılacak başarılar yaşayamaz ve sürekli olamaz”

Mustafa Kemal Atatürk “bağımsızlık ve özgürlük benim karakterimdir”der. Gerçekten de Atatürk tarihi kişilik olarak tam bağısızlıktan yana, anti emperyalist, ulusalcı bir devrimcidir. Tam bağımsızlığın ancak ekonomik başarı ve kalkınma ile gerçekleştirilebileceğini bildiği için, ekonomiye özel bir önem vermiştir. “Zamanımız tamamen bir iktisat çağından başka bir şey değildir” ve “Ekonomik kalkınma, Türkiye’nin hür, müstakil, daima daha kuvvetli, daima daha refahlı Türkiye idealinin belkemiğidir” cümleleri önderimize aittir. Olayın özünü çok iyi kavradığı, dünya üstündeki tüm çatışma ve savaşların esas sebebinin de, mevcut siyasi sistemlerin altında yatan temel sebebin de ekonomik olduğu gerçeğini gördüğü su götürmez bir gerçektir. Çok okuyan bir kişi olan Atatürk, Tarih ve Siyasetin yanında Ekonomi ile ilgili kitaplar da okumuştur. Liberal ekonomiler kadar, örneğin Alman Sosyal Demokratları ve Rus Bolşevikleriyle ve onların Ekonomiye bakış açılarıyla ilgili bilgi ve görüş sahibi olduğunu biliyoruz. Ancak Atatürk’ün ekonomi politikası asla ideolojik değildir. Dünya üstündeki ekonomik birikim ve deneyimlerden yararlanmak suretiyle bir Türkiye modeli yaratmıştır. Amaç ülkenin kalkınması ve halkın refahıdır. İşte buna Milli İktisat diyoruz!

Kurtuluş Savaşı devam ederken, cephede topla tüfekle mücadele ederken, ekonomik mücaledeleyi de yürütmüştür. T.B.M.M. açılmadan 16 Mart 1920’de İstanbul fiilen işgal edilir edilmez, Anadolu’daki mali kaynaklara el konulmuştur. “Heyet-i Temsiliye” adı altında tüm kolordu ve valiliklere gönderilen bir tamim ile, Anadolu’daki tüm bankalardaki kaynaklarla, Duyun-i Umumiye ve Reji İdarelerinin gelirlerine el konularak para ve değerli madenlerin İstanbul’a aktarılması engellenmiştir. T.B.M.M. açılır açılmaz, kurulan ilk hükümette hem İktisat hem Maliye bakanlıkları yer almıştır. Mondros Mütarekesi sonrasında Türkiye’ye mal satıp, mal çıkaran yabancılara yönelik İhracat ve İthalat, yani  Gümrük vergileri devreye sokulmuştur. Mevcut gümrük vergileri 5 misli, ardiye resmi 10 misli arttırılmıştır. Burada bir ekonomik savaşın da sürdürülmekte olduğunu görüyoruz.

1920 bütçesi bir savaş bütçesidir. Savunmaya ayrılan pay tüm ödeneklerin %53’üdür. 1921 yılında Maliye Bakanlığı, ülkede sanayinin nispeten daha yoğun olduğu İstanbul, İzmir, Adana, Bursa gibi illerde bir servet envanteri çıkartmaya çalışmıştır, bir ölçüde de başarılı olmuştur.

 Türkiye’nin bağımsız ve egemen bir devlet olarak tanındığı, hukukunun tescil edildiği Lozan Anlaşması henüz imzalanmamış iken 17 Şubat-4 Mart 1923 tarihleri arasında İzmir’de düzenlenen İktisat Kongresi, aslında bir egemenlik çığlığıdır. Bu kongrede Kapitülasyonların kesin olarak kabul edilmeyeceği dünyaya ilan edilmiştir.

Atatürk Kongre açış konuşmasında kapitülasyonlara geniş yer ayırmış, aynı zamanda bundan sonra izlenecek iktisat politikalarının ipuçlarını vermiştir. Bu konuşmada Atatürk, kongrenin Türkiye’nin gelişmesinin yollarını arayıp bulmak gibi vatani, hayati ve milli bir amaçla toplandığını söylemiştir. İzmir İktisat kongresinin önemle üstünde durmalıyız. Henüz savaş şartlarının ortadan kalkmadığı, Lozan anlaşmasının imzalanmadığı ve Cumhuriyetin kurulmadığı bir tarihte “Ekonomi” başlıklı bir kongre şaşırtıcıdır. General Kazım Karabekir başkanlığında toplanan kongreye 1135 temsilci ile yabancı büyükelçi olarak Rus Aralov ve Azerbaycan büyükelçisi Abilov katılmıştır. Özellikle Aralof sürekli notlar tutmuş ve Moskova’yı kongrenin gidişatı hakkında sürekli bilgilendirmiştir. Çünkü Kurtuluş Savaşı’nda Türkiye’ye önemli silah ve mühimmatla birlikte nakdi yardım yapan Sovyet Rusya, Mustafa Kemal Atatürk’ü ve Türkiye’nin gittiği yönü dikkatle takip ediyordu. Kongrede Türkiye Lozan görüşmelerinde de referans olacak şekilde batının bir parçası olduğunu, serbest girişim ve özel mülkiyeti benimsediğini, kalkınma için iç ve dış sermaye yatırımlarının desteklenmesi gerektiğini ilan etmiştir. Kongre temel amaç olarak, savaşlardan bitkin çıkan ekonomik faktör ve bileşenlerin birbirlerini tanımalarını, Kurtuluş Savaşı’na mesafeli yaklaşan sermaye çevrelerinin siyasi erkle kaynaşmalarını, siyasi ve ekonomik bağımsızlıkla ilgili bir milli mutabakatın sağlanmasını ele almıştır. Kongre sonunda bir Misak-ı İktisadi benimsenmiştir. Bu metinde şu görüşlere yer verilmiştir:

  • Yerli malı kullanılması sağlanmalıdır
  • Teknik eğitim geliştirilmelidir
  • Ham maddesi yurt içinde olan sanayi dalları kurulmalıdır
  • Küçük işletmelerden büyük işletmelere geçilmelidir
  • Özel girişime destek olacak, kredi sağlayacak bir devlet bankası kurulmalıdır
  • Demiryolu inşaatı bir programa bağlanarak desteklenmelidir
  • Yabancıların kurdukları tekellerden kaçınılmalıdır
  • İşçilerin durumu düzeltilmelidir

Görüldüğü gibi metin bugün bile altına imza atacağımız ulusal, ilerici, toplumcu görüşler içermektedir.

Lozan görüşmeleri çok çetin geçmiştir. Özellikle kapitülasyonların kaldırılması konusu üstünde en uzun müzakerelerin yapıldığı konu olmuştur. Doğu Akdeniz’de önemli ayrıcalıklara sahip Fransa bu konuda çok direnmiş, İngiltere başta Musul ve Kerkük olmak üzere başka konuları sürüncemede bırakacak şekilde baskıcı bir rol oynamıştır. Kapitülasyonlar 1923 yılında kaldırılmıştır, ancak alınan kararla Türkiye’nin bu konuda yeni düzenlemeler yapma, vergi koyma yetkisi kısıtlanmıştır. Türkiye bu hakkı 1929 yılında kullanmaya başlamıştır. Yine önemli bir konu Osmanlı devletinden kalan borçlardır. Türk heyetinin önerisiyle bu borçlar, Balkan Savaşından sonra imparatorluktan ayrılan devletler arasında kazanılan yüzölçümü oranında dağıtılmıştır. Bu şekliyle borçların %67’sini yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti, %11’ini Yunanistan, %8’ini Lübnan ve Suriye, %14’ünü ise Osmanlı’dan toprak kazanmış muhtelif devletler üstlenmiştir. Müttefiklerin borçların altın ve sterlin ile yapılması önerisi reddedilmiş, ödeme planı ve şekli sonraya bırakılmış; 1928 Paris anlaşması ile bir ödeme planı üstünde anlaşılmıştır. Daha sonra 1933 yılında, Türkiye’nin başvurusuyla tekrar Paris’te yapılan görüşmeler sonucunda borçlar %80 oranında düşürülmüştür. Üç yıllık bir çalışmayı kapsayan bu süreç başka bir diplomasi başarısıdır. Sonuçta Türkiye payına düşen borçları 1929’dan başlayarak 1954 yılına kadar ödemiştir. Bu yolla Osmanlı’nın Kırım Savaşını finanse etmek için 1854 yılında ilk aldığı dış borç yüz yıl sonra kapatıldı.

Konferans sırasında İsmet İnönü ile sürekli çatışma içinde olan İngiliz Lord Curzon, Amerikan temsilcisi ve İnönü ile yaptığı özel görüşmede şunları söylemiştir:

  • Konferansta bir neticeye varacağız. Ama memnun ayrılmayacağız. Hiçbir konuda bizi memnun etmiyorsunuz. Her dediğimizi makul olduğuna, haklı olduğuna bakmaksızın reddediyorsunuz, bunların hepsini cebimize koyuyoruz…Harap bir memleketi nasıl kurtaracaksınız? İhtiyaç sebebiyle yarın para istemek için karşımıza geldiğinizde, bugün reddettiklerinizi cebimizden birer birer çıkarıp size göstereceğiz.

Bu sözler kurulan Cumhuriyetle birlikte batının Türkiye’ye bakışını ve sonra olup bitenleri çok güzel özetliyor. Atatürk’ün başta olduğu Kuruluş döneminde Türkiye batıya karşı hiç diz çökmemiştir, ancak ondan sonra batı ekonomik yöntemleri kullanarak ülkeyi yönetenlere diz çöktürmüş, bir kısmını açıkça satın almıştır. 

Atatürk dönemi iktisadını incelerken, bu dönemi iki bölüme ayırmak gerekir. Birincisi İzmir İktisat Kongresinde açıklandığı üzere serbest girişime, yatırıma dayalı kısmi Liberal dönem, ikincisi planlamaya ve devlet girişimine dayalı Devletçi dönem. İlk dönem 1923-1930 yılları arasına denk düşer; ikinci dönem 1930’lardan başlayan hazırlıklarıyla birlikte Atatürk’ün ölümüne kadar olan dönemdir. Her iki dönemde de karma ekonomi benimsenmiştir. Yani birinci dönemde de devlet yatırımları mevcutken, ikinci dönemde de özel mülkiyet ve girişimcilik serbesttir. Burada esas olanın her ne şekilde olursa olsun ülkenin kalkınmasının ve halkın refahının hedeflenmesi olduğu aşikardır. Başta söylediğim gibi ekonomiye yaklaşım ideolojik değildir, ülkenin gerekleri ve halkın gereksinimleri doğrultusunda alınan kararlardır, bir ulusal kalkınma modelidir.

Cumhuriyet kurulduğunda ülkenin durumu perişandı. 1923’te Batılı devletlerde ortalama kişi başına düşen gelir 6000 dolar seviyelerindeyken, Türkiye’de 700 dolardır. Yabancı şirketler ve bankalar halen ekonominin tamamını kontrol edebilir durumdaydı.1927 yılındaki sayımda 13,5 milyon nüfusun %83,7’si kırsal bölgelerde yaşıyor, %81,6’sı tarımla geçiniyordu. Köylüler çoğunlukla yetiştirdiklerini kendileri tüketiyordu. Tarımsal ürünlerin pazarlara ulaşmasını sağlayacak ulaşım kanalları çok az olduğundan, tarım ürünlerinin diğer ürünlerle değişimi çok sınırlıydı. Toplam değeri 337 milyon lira olarak hesaplanan tarımsal üretimin %70’i tahıl olmak üzere büyük çoğunluğu tahıl ve baklagillerden sağlanıyordu. Yine 1927 yılı sayımına göre ekili araziler 43 bin 638 dönüm olarak hesaplandı. Bu tüm Türkiye arazisinin yaklaşık %5’i, ekilebilecek arazinin 1/7’si idi. Ekonomide iç ve dış ticaretin hemen hemen tamamı azınlıkların elindeydi. Sanayi üretimi el sanatlarından ibaretti. Batılı devletlerin bir taraftan elde ettikleri kapitülasyonlar, bir taraftan empoze ettikleri serbest ticaret Anadolu’da sanayinin kurulmasını engellemiştir, mevcutları öldürmüştür. Türk halkının sanayi malları ihtiyacı tamamen ithalat yoluyla karşılanıyordu. Bu ithalatın karşılığında ise fındık, kuru üzüm, incir, tütüngibi sınırlı sayıda tarım ürünü ve halı, kilim gibi birkaç el sanatı ürün ihraç ediliyordu. Mevcut tarım alanları da savaş ve istilalar sırasında harap olmuştu. Yine Lozan anlaşmasına bağlı olarak bir yıl sonra yapılan mübadele anlaşması ülkenin nitelikli beşeri sermayesine olumsuz etki yaptı. Türkiye’yi terk eden, çoğunluğu tüccar, esnaf ve zannatkarlardan  oluşan 1,5 milyona yakın Ortodoks Rum nüfusuna karşı Balkanlar, Rumeli ve Adalardan 600 bin civarında Müslüman Türk mübadil geldi. Bu insanlar çoğunlukla köylü ve çiftçiydi, üstelik yüzyıllar boyunca Osmanlı idaresi altında elde ettiklerini oralarda bırakıp gelmişlerdi. Barınma ve geçinme sorunları genç Türkiye Cumhuriyeti’ne ilave bir sorumluluk getirdi.

Cumhuriyetle birlikte bu ilk dönemde devlet ekonomide güdümcü ve girişimci değil, düzenleyici ve destekleyici bir rol üstlenmiştir. Eldeki çok kısıtlı imkanları koruyacak bir yeniden yapılanma ve demir yolları gibi çok hayati konularda alt yapı yatırımlarının yapıldığı bir dönemdir. Kısmi Liberal sayılabilecek bu dönemde devletin bizzat kendisinin işletmediği tekellerin imtiyazlı şirketlere verildi, devlet ihaleleri yoluyla ve geniş teşviklerle özel sermayeyi cesaretlendirip, sermaye birikimini hızlandırmaya dönük hamleler yapıldı. 1924 yılında özel sermayeyi finansman yönüyle desteklemek üzere İş Bankası kuruldu. Yine milli bankalar olarak 25’te Sanayi ve Maadin Bankası, 27’de Emlak ve Eytam Bankası;  Sigortacılık alanında 1925’te Anadolu Sigorta, 29’da Milli Reasürans kuruldu.

1925’te Aşar vergisi kaldırıldı. Osmanlı’nın en önemli gelir kaynaklarından olan aşar vergisi toprak gelirlerinden alınan bir vergiydi. Aşardan elde edilen gelir kaybını kapatmak için tüketim ve muamele vergileri gibi dolaylı vergiler konuldu. Muamele vergisi Atatürk sonrası dönemde muhalefetin en çok eleştirdiği ve İnönü yönetimini zora sokan konulardan birisidir. Canlı hayvan vergisi olan Ağnam da Osmanlı’dan kalan bir vergiydi. Aşarın aksine Ağnam arttırıldı. 1926’da arazi ve ağnam vergilerinden elde edilen gelir toplam gelirin %12’si idi. 1926’da Türk karasularında kabotaj hakkı sadece Türk vatandaşlarına verilecek şekilde düzenlendi. 1927 ve 1928’de toprak reformuna gidildi, topraksız köylülere ve göçmenlere toprak dağıtıldı.

1927 yılında özel yerli sanayine ve sermayeye çok geniş koruma ve muafiyet olanakları sağlayan Teşvik-i Sanayi Kanunu çıkarıldı. Devletin bu dönem ekonomideki varlığı Osmanlı’dan kalan tuz, petrol, benzin, barut gibi faaliyetlerde bulunan işletmelerden ibarettir. Sayıları 22’yi bulan bu işletmeler 1925 yılında kurulmuş bulunan Sanayi ve Maadin Bankası’na devredildi. 1929 yılına kadar devletin gümrük vergileri üstünde yetkisi olmadığı için dış rekabete karşı kendi sanayisini koruma olanağı bulunmuyordu. Asıl yatırım demir yollarında yapıldı. 1928 ve 29’da Ankara-Ulukışla ve Mersin-Adana hatları yabancı şirketlerden satın alındı ve yatırımla Ankara-Sivas demiryolu tamamlandı, toplamda 225,6 milyon TL harcanarak 1.595 km. yeni hat inşa edildi.

Atatürk dönemi İktisadının en parlak başarı yıllarının yazıldığı dönem, Amerika’dan başlayarak tüm dünyayı etkisine alan ve derin izler bırakan 1929 global krizi ile başlayan dönemdir. Bu krizde tüm ürünlerle birlikte tarım ürünlerinin fiyatlarının da düşmesiyle, köylü üstündeki vergi yükü artmıştır. Vergi ve borçlarını ödeyemeyen çiftçilerin mallarına, topraklarına haciz uygulamaları başlamıştır. Atatürk bunu bizzat İzmir ve Antalya’ya yaptığı gezilerde tespit etmiş, duruma çok üzülmüştür. Zaten az olan dış ticaret te durumdan çok kötü etkilenmiştir. 1928 yılında 88,3 milyon dolar olan ihracat 29’da 74,8 milyon dolara, 30’da 71,4 milyona, 31,de 60,2 milyona, 32’de 48 milyon dolara gerilemiştir. Aynı şekilde ithalatta 1930’da 69,5 milyon dolara, 31’de 59,9 milyona, 32’de 40,7 milyon dolara düşmüştür. GSMH cari fiyatlarla 1930’da %23, 31’de %12 azalmıştır. Global krizle birlikte Türk parasının değerinde büyük bir düşüş yaşandı Olumsuz etkilerden korunmak maksadıyla 1930’da Türk Parasının Kıymetini Koruma Kanunu çıkarıldı ve Merkez Bankası  kuruldu. Öncesinde yabancılara ait Osmanlı Bankası Merkez Bankasının yerine hareket ediyordu. Merkez Bankası’nın kurulmasıyla, maliye politikalarının yanında para politikalarını da hayata geçirme imkanı doğdu. Cumhuriyetin kurulmasıyla benimsenen yerli sermayenin güçlendirilmesi ve sermaye birikimi sağlanması metodundan vazgeçildi. 1930 yılından itibaren fiilen uygulanan devletçilik ilkesi sayesinde devlet güdümcü, girişimci, plancı bir yapıya büründü. 1929 buhranı ve dünyada olup bitenler başka bir yolla kalkınmanın mümkün olmadığını gösteriyordu. Tek çıkar yol Türkiye’nin sanayi malları alanındaki gereksinimlerini kendi olanaklarıyla karşılamasıydı. Fakat 10 yıllıkdeneyim özel sektörün bunu başaramayacağına delil teşkil ediyordu.

1930 yılından itibaren Türkiye’de devletçilik ilkesi uygulanmaya başladı. Burada devlet öncülüğünde planlı sanayileşme modeli uygulanmıştır. Devletçilikte her türlü özel girişim, devletin öngördüğü plan doğrultusunda ve denetiminde yapılmaktadır. Özel sektörün gerçekleştireceği yatırımlar, devletin ekonomik programıyla uyuşmak zorundadır. 20 Nisan 1931’de Atatürk daha sonra 1937 Anayasasında yer alacak ve Cumhuriyet politikalarının temelini oluşturacak 6 ilkeyi ilan etti. Atatürk’ün üstünde durduğu ekonomik konulardan biri de kooperatifçilik olmuştur. 10-18 Mayıs 1931 tarihleri arasında toplanan CHP’nin 3. Büyük Kongresinde partinin kabul edilen ilk resmi programında kooperatifçiliğe yer verilmiştir. Daha sonra 1935 yılında kooperatifçilik ile ilgili kanun çıkarılmış, ülke çapında yüzlerce kooperatif kurulmuş, kurulan Tarım satış ve kredi kooperatifleri ile toprak ürünleri gerçek değerini bulmuştur.

Cumhuriyet hükümeti planlı ekonomi ile devletçilik uygulamaya karar verdiğinde, dünyada benzer uygulamaları hayata sokan Sovyetler Birliği ile temasa geçmiştir. 1932 yılında bu işin uzmanı Prof.Orlov başkanlığındaki Sovyet ekibi Türkiye’ye gelmiş; yaptıkları araştırmalar ve çalışmalar sonucu bir rapor hazırlamıştır. Bu rapor doğrultusunda 17 Nisan 1934’te 1. Beş Yıllık Sanayi Planı hazırlanmış ve mecliste kabul edilerek uygulanmaya başlamıştır. Aynı yıl Sovyetler Birliği ile 8 milyon dolar tutarında, faizsiz, 20 yıllık bir borçlanma protokolü imzalanmıştır. Bu dünya finansman çevrelerinde bir gelişmekte olan ülkeyle yapılan ilk kredi anlaşmasıdır. Takip eden 25 yıl boyunca Türkiye dış borç almamış, kredi kullanmamıştır. Bu borç, kurulacak şeker ve dokuma fabrikaları için Sovyet malzemesi alımında kullanılmış, projeyi 1933 yılına kurulmuş olan Sümerbank yürütmüştür. Bu süreçte Kayseri Bez, Nazilli Basma, Bursa Merinos, Gemlik Suni ipek, Malatya Bez fabrikalarının temelleri atılmıştır. 1. Beş Yıllık Planda Tekstil, demir çelik, porselen, kağıt, şeker gibi sektörler ana sektörler olarak benimsenmiştir. Bu dönemde tarımda yaşanan en önemli gelişme 1932 yılında Ziraat Bankası’na bağlı olarak kurulan, 38’de bağımsız bir kurum haline gelen Toprak Mahsulleri Ofisi’nin kurulmasıdır. 1933’te Yüksek Ziraat Enstitüleri, 1935’te Maden Tetkik Arama ve Etibank, 1939’da Karabük Demir Çelik fabrikası kurulmuştur. 1. Beş Yıllık Sanayi Planı çerçevesinde Finansman alanında Denizbank, Halk bankası, Ziraat Bankası, Türk Ticaret Bankası kurulmuştur.

1936 yılında 2. Beş Yıllık Sanayi Planı oluşturulmuş ancak dünyada oluşan savaş rüzgarlarıylasekteye uğramış, Atatürk’ün vefatından iki ay önce dört yıllık olarak tekrar düzenlenmiş, vefatının ardından uygulanmaya fırsat bulamadan İktisadi Savunma Planı haline gelmiştir. Savaşın bittiği 1945 yılından sonra Planlama devletin önceliğinden çıkmış, 1960 yılında kurulan Devlet Planlama Teşkilatıyla tekrar gündeme gelmiştir. Bildiğimiz gibi 1980’den itibaren tüm dünyaya egemen olan Neo Liberal siyasi görüşün ve ekonomik düzenin gözünde bir numaralı düşman ekonomiye devlet müdahalesi ve planlamadır. Oysa ki, Kalkınma odaklı Planlı Karma ekonomi ve Devletçilik sayesinde Türkiye önemli başarılara imza atmıştır. 29 Buhranından bu sayede en az hasarla çıkılmış, ekonomik düşüş belli bir sınır içinde tutulmuş, yerli girişimci ve mühendislerin yetiştiği bu süreçte ülke kalkınması yolunda önemli mesafe katedilmiştir.

Atatürk Devletçilik ilkesini açıklarken net bir şekilde bunun Komünist veya Kollektivist dünya görüşünden kaynaklanmadığını, Türkiye’nin tarihsel ve sosyolojik şartları gereği gündeme gelmiş bir yol olduğunu, özel sermayeyi ve girişimciliği önleyen, engelleyen bir yapısının olmadığını, aksine top yekün ülke kalkınmasını ve toplum refahını hedefleyen bir çaba olduğunu belirtmiştir.Bu çaba gerçekten amacına ulaşmış, Türkiye’yi gelişmekte olan ülkelerden üst lige taşıma yolunda gerekli alt yapı ve ekonomik düzenin oluşturulması yönünde çok faydalı olmuştur.

Cumhuriyet’in kuruluş döneminde yapılmış olan tespitlere, buna uygun politika ve uygulamalara katılmamak mümkün değildir. Bugün bile geçerli sebeplerle, planlı kalkınmayı öngören, sanayide gelişmeyi ham maddeden başlatan, o dönem itibarıyla üretici tek sınıf diyebileceğimiz köylüden başlayarak çalışan, üreten, emek vereni destekleyen, Tarımı, kooperatifçiliği önemseyen, işçilerin şartlarının düzeltilmesinden bahseden, öncelikli sektörleri sayarken Tekstil, Şeker, Çimento, Kağıt, Demir Çelik, Kimya gibi bugün de altına imza atacağımız öncelikleri öngören bir vizyondan söz ediyoruz.

Ben son söz olarak, bütün dünyanın yeniden Planlamayı konuştuğu, bu pandemi sonrası belirsiz, güvensiz neo liberal düzende yeniden Atatürk, yeniden Atatürk vizyonu diyorum!

Kriz ve Sonrası için Öneriler

Kriz ve onu takip eden dönemdeki ekonomi düzeni için kısa, orta ve uzun vadede bazı önerilerim olacak:

Kısa vadede, Enflasyon Hedeflemesi Rejimi uygulanmalı, buna uyumlu para ve maliye politikaları devreye sokulmalı; Merkez Bankası bağımsız bir şekilde, esnek ve etkin likidite metodunu takip etmelidir. Bunlar için bir zihniyet ve yönetim değişikliği gerekmektedir. 1994 ve 2001 krizlerinde olduğu gibi, hükümet değişikliği, sonrasında uygulanacak yeni ekonomi programları ile rahatlama sağlanabilir.

Orta vadede;

  • Zararlı etkileri görülmüş Cumhurbaşkanlığı yönetim sisteminden Demokratikleştirilmiş Parlamenter sisteme geçiş gerçekleştirilmeli, gerekli Anayasa ve yasa değişiklikleri yapılarak, rayından çıkmış devlet mekanizması gerekli düzeltmeler yapılarak yerine konmalıdır.
  • Rant ekonomisi yerine üretim ekonomisi uygulanmalı, reel sektör desteklenmelidir. Hammaddeye kolay ulaşım sağlanacak sektörlerden başlayarak, pilot sektörler belirlenerek teşvik edilmelidir. Sektörel yatırımlarentegre, organize bir şekilde üretim kümeleri halinde desteklenmeli, organize sanayi bölgeleri işlerlik kazanmalıdır.
  • Planlama devreye sokulmalı, DPT yeniden işlevsellik kazanmalıdır. Plan, proje ve programlar sadece kamu bürokratları tarafından kararlaştırılıp uygulanmamalı, üniversitelerin, iş dünyasının ve onun her kademedeki temsilcilerinin, sendikaların, sivil toplum ve düşünce kuruluşlarının görüşlerini ve desteklerini alacak bir milli planlama stratejisi kurgulanmalıdır.
  • Devlet genel idareden yerel yönetimlere kadar büyük bir tasarruf programı uygulamalı, uygulanması denetlenmelidir. Sayıştay’ın yetkilerini, bağımsız denetim kanallarını arttıracak kamusal denetim sağlanmalıdır.
  • Sosyal Güvenlik Sistemi yeniden yapılandırılarak, yükün sadece kamunun veya sadece özel sektörün üstünde olmayacağı adil, ortak bir sistem geliştirilmeli, özel emeklilik ve sağlık sigortaları desteklenmelidir.
  • Salgın dönemi ve sonrasında gıdaya erişimin zorlanması tarımın önemini bir kez daha göstermiştir. Planlama çerçevesinde tarım ve hayvancılığa yatırım, özellikle kooperatifler desteklenirken, büyük ölçekli, entegre devlet üretme bölgeleri kurulmalıdır.
  • Maliye politikaları etkin kullanılmalı, gelir adaletsizliğini azaltacak şekilde vergi adaletini sağlayacak tedbirler alınmalıdır. Bugün ülkemizde %65 dolaylı, %35 doğrudan vergileri barındıran vergi sisteminde tam tersi doğrudan vergilerin payı arttırılmalı, kazançlar vergilendirilirken, kayıt dışılık engellenmeli, kayıp ve kaçakların önüne geçilmelidir. KDV gıda ve temel ihtiyaç mallarında sıfıra kadar azaltılmalı, diğer ürünlerde düşürülmelidir. ÖTV kademeli olarak sadece lüks tüketim mallarında uygulanır hale getirilmelidir. Bu yolla, halkın ekonomik programa güveni ve desteği arttırılacak, tüketici fiyatlarına yansıyacak bu düşüşler anti enflasyonist etki yapacaktır.
  • Son dönemde, servet  transferleri, döviz dalgalanmaları veya merkezi idare ve yerel yönetimler ihaleleri gibi yollarla edinilmiş haksız ve aşırı kazançları törpüleyecek şekilde servet vergisi devreye sokulmalıdır. Bu yolla vergi idaresi için dolaylı vergilerin azaltılmasından kaynaklanan gelir eksikliği giderilebilir.
  • Ülkenin hukuk düzeni adil bir hale getirilmeli, yargı bağımsızlığı ve yargıç güvencesi sağlanmalıdır. Bu yolla ekonomik düzende sağlanacak güven ortamı ile birlikte, yerli ve yabancı yatırımcılara hukuk güvencesi verilmeli, sıcak para şeklinde gelip geçici para akışlarından ziyade, kalıcı, sürekli yatırımlar hedeflenmelidir.

Uzun vadede, sürekli eğitim çabaları ve çalışmaları ile toplum bilgi toplumu haline getirilmeli, dünyada en son yeniliklere anında adapte olacak, yaratıcı, dinamik, girişimci genç nüfus yapılandırılmalıdır. Ayrıca, vatandaşlık temel geliri uygulamasını öneriyorum. Çok teknik bir konu olduğu için uygulama şekli çok önemlidir.

Burada temel amaç, derin yoksulluğun, açlığın bu insanlar üstündeki olumsuz etkilerini giderecek şekilde, sistem tarafında kollarının bükülerek veya satın alınarak manipüle edilmelerinin önüne geçmek; toplumun en alt kesimindeki  insanlara, onların çocuklarına eğitim görme, yukarı çıkma, baş kaldırma hakkını, en önemli eşitlik olan fırsat eşitliğine ulaşma şansını sağlayacak; bunu da herkese eşit temel gelir şeklinde sunacak bir ortamın sağlanmasıdır.

Mustafa Akın Özerdem

       16.10.2022

Krizin Reel Sektöre Etkileri

Bugüne kadar çok fazla kriz gördük, yaşadık. Dünya’da bölgesel krizler dışında, önemli ekonomik krizler 1873-1879 krizi, 1929 Büyük Buhran, 1970 krizi, 2008 krizi ve son olarak 2018’den başlayarak pandeminin de etkisiyle büyüyerek günümüze kadar gelen son krizdir.

Tarihte bilinen ilk kriz 1873 krizidir, 79’a kadar sürmüştür. Amerika’da üretim fazlalığı sebebiyle, ürün fiyatları çok düşmüş, bazı fabrikalar zararına satış yapar hale gelmiştir. Bunun sonucunda işçi çıkarmalar ve iflaslar yaşanmıştır. Bundan firmaların finansörü konumundaki bankalar da kötü etkilenmiştir. Ayakta kalan büyük bankalar batan bankaları ve şirketleri yok pahasına alarak monopol oluşturmuşlardır. Bir görüşe göre finans sektörü reel sektörü ele geçirmiştir ve bu krizin etkileri kapitalizmin rekabetçi yapısını paracı ve tekelci bir yapıya dönüştürmüştür, bunun etkileri hala görülmektedir.

Marx ne diyordu? Kapitalist üretim süreci kendi içinde istikrarsızdır ve sürekli krizler yaratır. Keynes 1936’da kapitalist üretim sürecinin genel eğilim olarak  efektif talep sorunu yaşadığını ve bunun devlet müdahalesi olmadan düzeltilemeyeceğini söylüyordu. Baba liberallerin kemiklerini sızlatan bu Keynesçi, devlet destekli, sosyal adaletçi önerme kapitalizme o yıllardan itibaren can simidi olmuştur. Kapitalizme önemli katkı yapan Avusturyalı iktisatçı Schumpeter kapitalist üretim sürecindeki iniş çıkışları kabul etmekle birlikte buna yaratıcı yıkım demiştir. Ben de kapitalizmin krizlerle sürekli format attığına ve kendi kendini dönüştürerek sürdürdüğüne inananlardanım.

1929 büyük krizi Amerika’dan başlayarak tüm dünyayı etkisi altına almıştır. Tüm dünyada ürün fiyatları çok düşmüş, sadece şirketler değil, ülkeler de iflas etmiştir. Çünkü sanayi üretimi yapan büyük batılı ekonomilerin ithalatı yarı yarıya düşmüş, bu ekonomilere girdi ve hammadde sağlayan diğer ülke ekonomileri adeta batmıştır. Yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti bu noktada çok hızla pozisyon değiştirerek, cumhuriyetin kuruluş aşamasında İzmir İktisat Kongresi’nde alınan kararlarla, çok sığ olan sermaye, arz ve talebi geliştirme yolunda, özel sektörün serbest bırakılarak ve desteklenerek ülke kalkınmasını gerçekleştirme yöntemini terk etmiş, 1930 yılından itibaren devletçi bir yapıya bürünerek planlı kalkınma hedefini benimsemiştir. 1923-38 yılları arasındaki dönemi iktisadi açıdan ikiye ayırmak mümkündür. Birincisi kısmi liberal dönem, ikincisi devletçi plancı dönem. Birincisinde devlet düzenleyici ve destekleyici iken ikincisinde güdümcü ve girişimcidir. Bu yolla özellikle hammaddesi ülke içinden sağlanan ürünlerin üretimini yaparak ve ithal sanayi ürünlerine olan bağımlılığı azaltarak başarılı sonuçlar alınmıştır. Bu konudaki görüşlerimi daha sonra öneriler bölümünde tekrarlayacağım.

20 yıl süren Vietnam Savaşı’nın etkisiyle 70’lerden itibaren, aşırı savunma harcamaları sebebiyle durgunluk şeklinde kendini gösteren kriz yine finans sektörünün devreye girmesiyle aşıldı. Amerika’da bankalar vasıtasıyla işçilere, çalışan geniş kesime kredi muslukları açıldı, tüketici kredileri, “mortgage”ler, savaş sonrası pompalanan tüketim eğilimleri ekonomiyi canlandırdı. Burada önemli bir nokta var. Bildiğimiz gibi 1944’te 2.Dünya Savaşı sonrası dünya ekonomisini, özellikle parasal sistemi dizayn etmek maksadıyla Amerika’da BrettonWoods anlaşması imzalandı.

44 ülkenin katıldığı bu konferansta ülke paralarının sabit kur sistemine geçmesi ve değişim değerlerinin (parite) dolara bağlanması kararı alındı. Çünkü geçmişte dünya ekonomik sisteminde ve ticaretinde en geçerli olan Sterlin altın karşılığı olarak basılıyordu. Birinci Dünya Savaşı’nın yıkımı esnasında bundan vazgeçildi ama dolar altın karşılığı olarak basılmaya devam etti. İşte 1971’de Amerika bu taahhüdünden de tek taraflı olarak vazgeçti ve aslında mertlik bozuldu. Amerika da karşılıksız para basmaya başladı, bu yolla ekonomisini canlandırdı.

Finans sektörü kaynaklı krizlerin en büyüğü 2008 krizidir. Bu kriz subprimemortgage kredilerin ödenmemesi sonucu ortaya çıkmış, sonucunda LehmanBrothers’ın batışıyla önce Avrupa’ya sonra tüm dünyaya yayılmıştır. Giderek reel sektörü de etkisi altına almış, bazı ülkelerde resesyon, bazılarında stagflasyona hatta depresyona sebep olmuştur.Türkiye bu krizden hafif yaralarla kurtulmuştur. Bunun sebebi içte uygulanan etkin ve esnek likidite metodu ve dışta global finans sektörünün kendisini hızla toparlamasıdır. Gelişmiş ülke merkez bankaları krizle baş etmek için faizleri aşağıya çekmiş, o tarihte zaten şişmiş olan uluslararası dolaşımdaki para daha karlı gördüğü Türkiye gibi ülkelere yönelmişti.

Türkiye’deki ekonomik krizler sırasıyla 1994, 2001,2008 ve günümüzdeki krizdir. 94 krizi yurtiçi faiz oranını düşük tutma çabasının ülkeden sermaye kaçışına neden olması sebebiyle çıkmıştır. 1989 yılında sermaye hareketlerinin serbest bırakılmasıyla, kur ayarlamaları satın alma paritesi artış oranlarının altında tutulmuş, TL. aşırı değerlenmiştir. Bu yolla ülkeye önemli miktarda sıcak para girişi olmuştur, sonrasında hükümet kararıyla faizler düşmüş, TL. tutma cazip olmaktan çıkmış, uluslararası derecelendirme kurumlarının not düşürmesiyle güven ortamı ortadan kalkmış, devalüasyon beklentisi ve dolarizasyon had safhaya çıkmıştır. 94 yılı içinde peş peşe üçdevalüasyon yaşanmış, sonuçta faiz/kur makasının daralması sıcak para kaçışıyla sonuçlanmıştır.

2001’de yüksek borç stokları, bankaların görev zararları ve içi boşaltılmış bankacılık sistemi ile krize hazır bir zemine getirilen ekonomi basit bir siyasi kriz ile patlatıldı. Borsa krizin üçüncü gününde %29 değer kaybetmiş, çok sayıda şirketin tahtası kapanmış, gecelik repo faizleri %7500’leri görmüş, 7,6 milyar dolarlık döviz çıkışı kaydedilmiş, enflasyon %90 olmuş, sonuçta Türkiye %9,5 küçülmüştür. 2001 krizi Türkiye’nin en büyük finansal ve bankacılık krizidir, Türkiye’ye 20 milyar dolara mal olmuştur.

2008 krizi az önce söylediğim gibi hafif atlatılmıştır. Bunda en önemli sebepler, 2001’de Türkiye’nin benzer bir finansal kriz yaşanmış ve bazı olumlu adımların atılmış olması, sürecin Merkez Bankası tarafından iyi yönetilirken, dünya’daki sıcak paranın gelişmekte olan ülkeler içinde Türkiye’ye de uğramış olmasıdır. Başka bir ifadeyle kriz Türkiye’yi teğet geçmiştir!

Gelelim günümüze!

2018 yılından itibaren başlayan ve pandemi ile birlikte sorunların ağırlaşarak global krize dönen krizin temel nedeni ekonomiyle ilgili güven bunalımıdır. Yatırım güvencesinin azalması dolarizasyonun başlıca sebebidir. Türkiye krize yüksek borç stoğu, aşırı cari açık ve değerli TL. ile yakalanmıştır. Haziran 2018’te 4,58 olan dolar kuru bugün 18 TL.’nın üstündedir; 4 yılda 4 misli değer kazanan dolardan söz ediyoruz. Bunun makro ekonomideki sonuçları, ekonomik durgunluk, artan borçlar, kredi temerrütleri, kredi bulmaktaki güçlükler, artan işsizlik, TL.’nin değer kaybı, yükselen ve sürekli yükselme eğiliminde olan enflasyon olarak karşımıza çıkıyor.

Pandeminin tüm dünyada görülen olumsuz etkilerinin yanı sıra; yüksek cari açık, yüksek dış borç, ABD ve AB ile yaşanan siyasal ve stratejik sorunların karşılıklı ilişkilere olumsuz yansıması; ülke düzeyinde en başta kurulmuş olan yanlış hipotez    ( faiz sebep enflasyon sonuç saçmalığı ), bunun çerçevesinde sürdürülen düşük faiz politikası, eriyen Merkez Bankası stokları, geciken yapısal reformlar, seçim tartışmaları, sürdürülen hukuksuzluk ve tek merkezli yanlış politikalarla giderek azalan iç ve dış itibarla kriz giderek derinleşmektedir.Öyle gözüküyor ki, yılbaşına kadar daha da ağırlaşacak, sonrasında ekonomik göstergeler uygulanmakta olan seçim politikalarıyla bir miktar düzelse de, özellikle seçim sonrasında kazananın kucağında bir bomba olarak kalacak.

Pandeminin olumsuz etkisi hiç şüphe yok ki çok önemli. Bu süreçte üreten ve özellikle hammadde ve ara mal üreten firmalardaki üretim kaybı, dünya çapında bir tedarik sorunu yaratmıştır. Girdi ve navlun fiyatları çok yükselmiştir, tedarik, imalat, lojistik maliyetleri çok artmıştır. Dünya çapında doların değerlenmesine karşın, tüm dünyada emtia fiyatları dolar bazında artış göstermiştir. Bu tüm dünyayı enflasyonist baskı altına almıştır. ABD ve AB’de enflasyon oranı %9 seviyesine gelmiştir. Haziran 2022’de Amerika Merkez Bankası politika faizini 2,25-2,50 seviyesine getirdi. Üstelik yeni artışlar bekleniyor. Buna karşın Avrupa Merkez Bankası’nın bu konuda geri kalması Euro’yu diğer dünya paraları gibi dolara karşı güçsüzleştirdi ve tüm dünya önlenemez bir dolarizasyonun etkisine girdi. Bunda Amerika’nın dünyada dolaşımdaki doları azaltma çabası da etkili oldu. Ekonomide temel kurallardan biri talep artışını değer artışına neden olduğudur. Bu etkiyi ülkemizde de yaşıyoruz. Dış kredi olanaklarının azalması ve kredi maliyetlerinin aşırı artmasıyla birlikte, Türkiye’nin dış borcu çevirmesi zorlaşmıştır, yabancı derecelendirme kuruluşlarının not kırmasıyla güven ortamı tamamen ortadan kalkmış, Türkiye’nin risk primi çok artmıştır.

Çevremden de gözlemlediğim kadarıyla, dövizin bir ara yükselmesi ihracat yapan firmaların yüzünü güldürmüştür, ancak sonrasında yaşanan maliyet artışları, tedarik sorunları, uluslararası piyasalarda düşen ihracat fiyatları ve ithalat girdi fiyatlarının da çok yükselmesiyle tablo tersine dönmüştür.

Zaten Türkiye ekonomisinin açmazı burada saklı bence.

Başkan ve kabinesi uyguladıkları ekonomik reçetenin üretimi, büyümeyi desteklemek amaçlı olduğunu söylüyorlar. Bunun sonucunda ihracatın artacağını, cari açığın azalacağını iddia ediyorlar. Ama ekonomi bilimiyle problemli olduklarından anlamadıkları noktalar var. Enflasyonla mücadele ederken ekonominizi soğutmanız gerekir. Hepsi bir arada olmaz. Üstelik Türkiye’nin kronik bir dış ödemeler dengesi sorunu vardır. İhracatın ithalatı karşılama oranı önemlidir, ancak esas önemli olan ithalatın niteliğidir. Bizim ithalatımız içinde ezici çoğunlukhammadde ve ara mamul ithalatıdır. Yine teknoloji transferi önemli bir kalemdir. Tüketim malları çok daha düşük bir seviyededir. Bu ithalat yoluyla dışarıya bağımlılığı beraberinde getirmektedir. Üretim ve ihracat yapmak için ithalat yapmak zorundayız.

2020 ve 2021 ihracat-ithalat kalemlerini incelersek, 2020’de ihracat 169 milyar $., ithalat 219 milyar $., ihracatın ithalatı karşılama oranı %77, dış ticaret açığı kabaca 50 milyar $.dır. 2021’de ihracat 225 milyar $, ithalat 271 milyar $., karşılama oranı %83, açık 46 milyar $.dır. Göreceli bir düzelme var gözüküyor, ancak iki yılın mukayesesi hem bunu söylemek için yeterli değildir, hem de konjonktürel etkiler mevcuttur. Dış ödemeler dengesini düzelten kaynağı gri yabancı sermaye transferleri ile birlikte rakamlardaki belirsizlik ve güvensizlik ayrı bir tartışma konusudur. Devlet güdümündeki TÜİK rakamlarıyla örneğin ENAG enflasyon rakamları arasında uçurum mevcuttur. Ağustos 2022’de TÜİK’in açıkladığı enflasyon oranı %79,6 iken ENAG’ın oranı %176’dır. 100 puana varan farklılık ne hesaplama teknikleriyle, ne sepette hangi ürünlerin olmasıyla ilişkilendirilemez. Kaldı ki son zamanlarda TÜİK’in enflasyon, kapasite kullanımı, geçim endeksi gibi rakamları yönetime yakın, benim de üyesi olduğum İTO rakamlarıyla bile çelişmektedir. İTO’nun enflasyon oranı %98,2. Burada bir manipülasyon olduğu açıktır.

Ülkede dolarizasyonun etkisini kırmak iddiasıyla getirilen Kur Korumalı Mevduat aslında tam tersi dolarizasyon etkisi yapmaktadır. Ekonomi yönetimi üstü örtülü bir şekilde ülke ekonomisini, yatırımları, yatırımcı kararlarını dolar kurunu bağlayarak bunu sağlıyor aslında. Ülkemizde açık ve örtülü mevduatın payı Mayıs 2022 itibarıyla %76 olmuştur. TÜİK’in verileriyle bile, hiçbir TL. yatırım aracının pozitif getiri getirmediği bir ortamda dolarizasyonu önleyemezsiniz.

GSYH 2018’de %2,8, 2019’da %0,9 ve 2020’de %1,8 olarak düşük seviyede artmıştır. Türkiye’nin brüt dış borcu 441 milyar $.,GSYH’ya oranı %54,9’dur. Bunun 235 milyarı özel sektöre aittir. İlave olarak 14,7 milyarlık borç hazine garantilidir. Özel sektörün ödeyememesi durumunda borç kamu borcu haline gelmektedir. TCMB’nın dış borç stoğu 2020’ye kadar 8,4 milyar $.iken, 2020’de 19,6, 2021’de 26 milyar $.’a çıkmıştır. Merkez Bankası’nın rezervleri fiilen eksiye düşmüştür, banka yönetimi swap yoluyla kısa vadeli borç arayışına girmiştir. Bütçe açığı Nisan 2022’de 50 milyar TL’nin üstüne çıkmıştır. Bunun 31 milyardan fazlası faiz dışı açıktır. Makro düzeyde sıkıntının büyük olduğu, dış borç stoğunu çevirmenin zor hale geldiği açıktır.

Gelelim piyasaya etkilerine…İSO’nun 500 büyük sanayi kuruluşu üstünde yaptığı araştırmada borçların öz sermayeye oranı %217’yi bulmuştur. Sermaye sığlığı Türk özel sektörünün kronik sorunudur. Sermaye piyasası da sığdır. Örneğin, yatırım fonlarının GSYH’ya oranı G.Kore’de %33, Yunanistan’da %12 Türkiye’de %2,2’dir.

Şirketlerin finansman bulma kabiliyeti çok azalmıştır. Sermaye piyasası sığ olmasının yanında, Borsa İstanbul’da en son yaşanan rezaletler gibi manipülatif hareketlerle güvenilirliğini iyice yitirmiştir. Bankacılık sistemi başlangıçta piyasayı fonlamış bu sebeple son yıllarda bankaların ciroları ve kağıt üstü karları çok artmıştır. Ancak şimdi büyüklü, küçüklü tüm şirketler için krediye ulaşım da zorlaşmaktadır. Bankalar para musluklarını kesmiş durumdadır. BDDK kararıyla, döviz varlığı 15 milyon TL’nın üstünde olan şirketlerin TL.kredisi kullanması yasaklanmıştır. Şirketlerin yabancı para nakdi varlıklarının şirketin aktif toplamından veya yıllık net satış hasılatından hangisi büyükse onun %10’unu aşması durumunda söz konusu şirkete nakdi ticari kredi kullandırılmayacak. Şu anda şirketler finansman ihtiyaçlarını tahvil yoluyla karşılamaya çabalıyor. Ancak büyük şirketler dışında bu olanak ta sınırlıdır.

Ocak 2022’de ihracatçılara zorunlu döviz devir uygulaması başlatılmıştır. Tüm bunlar serbest piyasa ekonomisine müdahaledir ve bir nevi sermaye kontrolü anlamı taşır. Aynı müdahaleci tavır Hazine’nin Gelire Endeksli Senetlerin getirisi üzerine %25,5 üst sınır getirilmesinde de karşımıza çıkıyor. Özetle yanlış bir tez üstünden, yanlış kararlarla ekonomide yaratılan kaos ve yönetilemeyen kriz yasaklarla denetim altına alınmaya çalışılıyor ama nafile.

Kapasite kullanım oranı 2020’de %61,9, 2021’de %77 ve Mayıs 2022’de %78 olarak gerçekleşmiştir. Bu oranlara bakarak, pandeminin sıcak zamanlarında yaşanan kapanmalardan sonra düzelme olduğu söylenebilir; ancak üretim yapan şirketler, başta girdi ve enerji olmak üzere artan maliyetler ve azalan gelirlerle işlerini çevirmekte büyük güçlük çekiyorlar. Üstelik bu şirketlerin üstünde ciddi bir işçi tazminat yükü devam ediyor. Sanayicilik özünde bisiklete binmek gibidir. Sürekli pedal basmak zorundasınızdır, ancak şimdi dinlenmek lüksünüz hiç yoktur, can pahasına üretime devam etmek zorundasınız. Aksi taktirde batarsınız!

Dünya’nın gelişmiş ekonomilerinin geliştirdiği Sanayi 4.0’dan Toplum 5.0’a geçiş hazırlıkları var. Yani üretimde otomasyonun maksimum düzeyde kullanılıp insan emeğinin (hatasının) minimum seviyeye çekilmesinden, yapay zeka ve dijitalleşme ile, karanlık fabrikalarla neredeyse hiç ihtiyaç duyulmayacağı algoritmalar üstünde çalışıyorlar. Bizim üretimimiz ve ihracatımız içinde sanayi ürünleri payı artıyor, ancak bu üretim ve satış hala parça düzeyinde. Bütünsellik arz etmiyor, bu sebeple hali hazırda örneğin motor üretemiyoruz. Başka bir ifadeyle 21.YY’da, Toplum5.0’ın tartışıldığı bir zaman diliminde, biz motor üretmenin peşindeyiz. Bu sebeple milli tank Altay’da Fransız, eğitim uçağı Hürkuş’ta Kanada, insansız hava aracı Anka’da, milli gemi Milgem’de de ithal motorlar kullanılıyor. Yeri otomobil diye lanse edilen Togg’un ise motoru, dizaynı, herşeyi yabancı. İnovasyon, tasarım ve yazılım konularında çok geriyiz.

Arge yatırımlarında dünyanın gerisindeyiz. Arge harcamalarının GSYH’ya oranı bakımından OECD ülkeleri ortalaması %2,4’tür. Almanya’da %3,3, İsrail’de %4,5, G.Kore’de %4,6 olan oran Türkiye’de 2019 itibarıyla %1,06’dır.

Bunun sonucunda biz katma değeri yüksek ürünler üretemiyoruz, marka, patent ihraç edemiyoruz, aksine her tür “know-how”la birlikte bunları ithal ediyoruz. Sonuç itibarıyla Türkiye dünyada artan tedarik ve navlun fiyatlarıyla, girdi maliyetleriyle; Buna karşılık Avro bölgesinde azalan talep ve bitmiş ürün fiyatlarıyla rekabet etmekte giderek zorluk yaşamaktadır, yaşayacaktır.

Tüm dünya ile paralel Türkiye’de yoksulluk artmaktadır. Ülkede uygulanan yanlış ekonomik ve sosyal politikalarla orta kesim giderek küçülmekte yoksul kesim artmaktadır. Türk-İş’in son açıkladığı raporda yoksulluk sınırı 4 kişilik bir aile için 23.600, açlık sınırı 7.245 TL.’sıdır. Ayda 4-5 bin TL. maaş alan emeklilerin bakacak başka kişileri de varsa doğrudan açlık sınırında yaşadığını ortaya koyan acı rakamlar bunlar. İş gücü ödemelerinin, yani emeğin GSYH’dan aldığı pay 2019’da %31,4, 2020’de %29,4 ve 2021’de %27 olmak üzere sürekli düşmektedir. Sermayenin payı ise artmaktadır. Gelir adaletsizliği başka adaletsizlikleri ve toplumsal sorunları beraberinde getirmektedir. Yüksek enflasyon halktan alınan gizli ve haksız bir vergidir. Üstelik yoğun olarak toplumun dar gelirli kesimlerinden alınmaktadır.

Vergi sistemimizde genel olarak kdv, ötv gibi dolaylı vergilerin vergi gelirleri içindeki payı %65, kurumlar, gelir vergisi gibi kazançtan alınan doğrudan vergilerin payı %35 düzeyindedir. Bu konuda yaratılan bilgi kirliliği en son 5 Temmuz 2021 tarihinde C. Başkanı Erdoğan’ın konuşmasında kendini göstermiştir. Erdoğan aldıkları önlemlerle, mahalli idareler gelirleri ve sigorta primleri ile birlikte Doğrudan vergilerin payını %53’ten %61’e çıkarttıklarını belirtmiştir. Devlet kurumları ve danışmanlar ordusunun veri bükücülüğü burada vergi bükücülüğüne dönüşmüş gibi. Çünkü sosyal güvenlik primleri, tahsil edilsin edilmesin dolaysız vergiler içinde gösteriliyor. Fonksiyonsuz bir tasnif bu ve doğru değil!

Benim kriz ve bundan sonraki ekonomik yapı için kısa, orta ve uzun vadeli bazı önerilerim olacak.

Kısa vadede, zihniyet değişikliği ile sorunlara doğru teşhisler koymak ve denenmiş, kabul edilmiş, bilimsel gerçeklere dönmek gerekir. Maliye politikalarından çok daha hızlı sonuç alabileceğiniz para politikalarını devreye sokmak gerekir. Yeni bir ekonomik programla düşük faiz politikası terk edilerek, gösterge faizi yükseltilmelidir. Bu ve bunun gibi düzenlemeleri yapacak şekilde Merkez Bankası bağımsız hale getirilmeli, banka 2008 krizinde olduğu gibi esnek ve etkin likidite yöntemleri uygulamalı, ekonomiye müdahalelerden vazgeçilerek güven ortamı sağlanmalıdır. Bunun için en doğru yol bir yönetim değişikliğidir. 1994 ve 2001 krizlerinden sonra hükümet değişiklikleri olmuş, yeni ekonomik programlarla krizden çıkılmıştır.

Enflasyon Hedeflemesi Rejimi uygulanmalı, buna uyumlu sıkı para ve maliye politikaları birlikte hayata geçirilmelidir. Merkez Bankası Hazine’nin kasası gibi kullanılmamalıdır.

Orta vadede, maliye politikalarıyla gelir adaletsizliklerini azaltacak vergi önlemleri alınmalıdır. Dolaylı vergilerden çok doğrudan vergilere ağırlık verilmeli; kazançları doğrudan vergileyecek şekilde vergi denetimi etkinleştirilmelidir. Kayıt dışılık önlenmeli, vergi kayıp ve kaçaklarının önüne geçilmelidir.

Geçen zaman içinde, en son pandemi döneminde ve döviz dalgalanmaları sonucu oluşan, devlet himayesinde haksız kazanılmış kazançları törpüleyecek ve ekonomiye kazandıracak şekilde servet vergisi uygulanmalıdır. Bunu bugün tüm dünya, batılı liberal ekonomiler dahi tartışıyor ve kabul ediyor. Dolaylı vergiler zaman içinde kademeli olarak azaltılmalıdır. KDV temel gıda ve ihtiyaç mallarında sıfıra kadar azaltılmalıdır, diğer ürünlerde düşürülmelidir. ÖTV kademeli olarak sadece lüks tüketim mallarında uygulanır hale getirilmelidir.

Dolaylı vergiler vergi idaresine büyük kolaylık ve gelir imkanı sağlayan vergilerdir, ancak sosyal adalet açısından buradaki kayıpları başka yollarla telafi yoluna giderek halkın üzerindeki vergi yükü hafifletilmelidir. Bu durum tüketici fiyatlarına yansıyacak, anti enflasyonist etki yapacaktır.

Devlet, genel idarelerden yerel yönetimlere kadar büyük bir tasarruf programı uygulamalı, uygulanması denetlenmelidir. Bugün itibarıyla devletin zorunlu harcamalar ve hizmetler dışında gerekli, gereksiz büyük bir yükü vardır ekonominin, dolayısıyla halkın üzerinde. Bu yük planlı bir şekilde hafifletilmelidir. Bu yolla halkın yeni ekonomik programa güveni ve bağlılığı arttırılmalıdır.

Sosyal Güvenlik sistemi yeniden ele alınmalı, yükün sadece devletin veya sadece özel sektörün üstünde olmayacağı adil, ortak bir sistem geliştirilmeli, özel emeklilik ve sağlık sigortaları desteklenmeli, özendirilmelidir.

DPT yeniden yapılandırılarak, işlevsellik kazanmalıdır. Doğru veriler, gerçekçi hedefler, bilimsellik ve işbirliği doğrultusunda planlama yeniden devreye sokulmalıdır. Planlama ve yeni kalkınma planları sadece devlet bürokratlarının hazırlayacağı metinlerden oluşmamalı, üniversiteler, iş dünyası, onun her kademeden temsilcileri, sendikalar, sivil toplum ve düşünce kuruluşlarının görüşleriyle ortak milli planlama yoluna gidilmelidir.

Planlama programı doğrultusunda hammaddesine kolay ulaşılan sektörlerden başlayarak pilot sektörler benimsenmeli, üretim desteklenmelidir. Diğer taraftan hammadde sağlayacak üretimlere yönelmelidir.Örnek vermek gerekirse bugün itibarıyla deri sektöründe ithal girdi oranı %70 düzeyindedir. Aynı şekilde stratejik bir sektör olan ve ürünleri büyük oranda başka sektörlerde hammadde ve mamul olarak kullanılan Kimya sektörünün dış ticaretinde ithalat lehine 20 milyar $.’lık açık vardır.

Bu gibi sektörlerde teşvikler sanayi kümeleri şeklinde organize bir biçimde yapılanmış entegre üretim adalarına verilmelidir. Organize sanayi bölgeleri işlevsellik kazanmalıdır. Buralarda enerji, lojistik, işçilik konularında teşvikler devreye girmelidir. Arge, inovasyon, marka, patent, tasarım, yazılım ve daha ileri futuristik çabalar gerçek anlamda  desteklenmelidir.

Salgın dönemi ve sonrasında gıdaya erişimin zorlanması Tarımın önemini bir kez daha göstermiştir. Türkiye geleneksel olarak tarımsal üretimden gelen bir ülkedir, ancak bu özelliğini kaybetmiştir. Ucuz iş güçü ihtiyacını karşılayacak şekilde köyden kente göç gerçekleşmiş, kırsal bölgeler boşalmıştır. İzlenen yanlış tarım ve hayvancılık politikaları, terör gibi sebeplerle Türk tarımı ve hayvancılığı deyim yerindeyse ölmüştür. Bu alanlarda çalışacak nüfus ta kalmamıştır. Tarımsal girdiler, gübre, tohum, ilaç, enerji çok pahalıdır. Dolayısıyla tarım bilinçli bir şekilde yatırım yapılması zor bir alan haline getirilmiştir. Son yıllarda organik tarım adı altında küçük ölçekteki çabalar yeterli değildir. Oysa ki, Türkiye’nin su ve toprak kaynakları, hayvancılık yapmaya müsait yaylaları, balıkçılık yapılacak denizleri hala yerinde durmaktadır. Planlama dahilinde tarım ve hayvancılığa yatırım, özellikle kooperatifler desteklenirken, büyük ölçekli devlet üretme çiftlikleri kurulmalıdır. Bu aynı zamanda istihdam yaratacak, büyük kentlerin varoşlarında sıkışmış yığınlar için geri dönüşe vesile olabilecektir. Kültürel sebeplerle şehirlerde yaşamak isteyenler dışında oluşacak yeni cazibe bölgeleri tersine göçü sağlayabilir. Ayrıca tarımsal ve hayvansal ürünler, ham halinden ziyade işlenmiş, endüstriyel formlarda ihraç edilmelidir. Ülkemizin en önemli avantajı stratejik konumudur. Zengin pazarlara yakınlığı çok değerlidir, girişimcilerimizin kıvraklığı, hızlı reaksiyon verme özelliği endüstriyel her tür ürünün satışı için bize avantaj sağlamaktadır.

Ülke ekonomisi rant ekonomisinden üretim ekonomisine evrilmelidir. Ekonomi yönetimi reel sektörü desteklemelidir. Reel sektör anlam itibarıyla, Ekonomide, paradan faiz geliriyle para kazanmayıp, üretim yapan, rant içermeyen sektördür. İmalat, tarım, madencilik, ticaret, taşımacılık, turizm gibi mal ve hizmet üreten faaliyetlere de reel ekonomi diyoruz. Ulusal ekonomide tarım, sanayi ve hizmetler ana sektörlerinde üretici ve tüketici konumundaki tüm vatandaşların tasarrufları finans sektörü tarafından toplanır ve tekrar kullandırılır. Finans sektörü ekonominin  fon arz ve talebinin karşılandığı aracı sektördür.Reel sektör hem gerçek mal ve hizmetlerin üreten, alıp satan bir ekonomik aktördür, hem de gri alanları azdır; denetlenmesi, kontrol edilmesi, desteklenmesi kolaydır.

Orta vadede mutlaka ülkenin hukuk düzeni adil, pozitif bir hale getirilmelidir. Yargı bağımsızlığı, yargıç güvencesi sağlanmalıdır. Bu yolla yerli, yabancı tüm yatırımcılara güven verilmeli, sıcak para şeklindeki gelip geçici para akışlarından ziyade kalıcı, sürekli yatırımlar hedeflenmelidir.

Uzun vadede sürekli eğitim çabaları ve çalışmalarıyla toplumun bilgi ve bilinç düzeyi arttırılmalı, dünyada en son yeniliklere anında adapte olacak, yaratıcı, dinamik, girişimci bir toplum yaratılmalıdır. Benim uzun vadede bir önerim de, eşit vatandaşlık temel geliri olur.

Bu bambaşka bir panel konusu olacak geniş bir tartışma konusu. Dünya ciddi biçimde tartışıyor. En basit ifadeyle, derin yoksulluğu, açlığı gündemden çıkartacak, toplumun en alt kesimindeki insanlara, onların çocuklarına yukarı çıkma şansını, en önemli eşitlik olan fırsat eşitliğini bir nebze sağlayacak bir yöntemdir.

Son söz olarak söyleyeceğim; hak, hukuk, adalet, özgürlük, demokrasi, kalkınma, eşitlik, şeffaflık, hesap verilebilirlik, verimlilik, denetim kavramlarını içselleştirmiş, iyi yönetişimi; yani yönetenlerle yönetilenlerin karşılıklı diyalogla etkinleştirildiği bir ekonomik ve siyasal düzeni özlüyorum. Bize bugün uzak gibi görünen bu kavramlar, aslında ulaşılması imkansız değil. Kilit sözcükler: Hukuk-Demokrasi-Eğitim-Planlama. Bunlarla sonuca ulaşabiliriz. Önümüzde iyi bir örnek var. 1929 Buhranında anında pozisyon alan Cumhuriyet yönetimi, Devletçilik ve Planlı Kalkınma modelleriyle bir başarıya imza attı. Ülkenin kaynakları yok denecek kadar azdı. Sermaye sınıfı, işçi sınıfı, yatırımı, sanayi tesisi yoktu. Dünya ekonomisinin çok daraldığı, bazı ülkelerin iflas bayrağı çektiği bir dönemde, tam bağımsızlık idealinden vaz geçmeden, akılcı, bilimsel, ulusçu ve toplumcu politikalarla bir başarı hikayesi yazıldı.

1929-39 yılları arasında, sanayi artış oranı dünya genelinde ortalama %19 iken aynı dönemde Türkiye’de %96 olarak gerçekleşmiştir. Evet yok denecek kadar küçük sanayiyi devlet yatırımlarıyla büyütmeye birileri şüpheyle yaklaşabilir; evet o zamandan bu zamana dünyada çok şey değişti, ölçekler mukayese edilemeyecek kadar farklılaştı; ancak insan zekası ve onuru aynı. Aynı şekilde yine başarabiliriz.

Bugün elimizde çok daha geniş olanaklar ve insan kaynağı var. Başarabiliriz!

Cumhuriyet’in Özgür Kadınları

Türkiye Cumhuriyeti kurulduğu tarihte ve bulunduğu coğrafyada başlı başına bir devrimi tarif ediyor. Kulların oluşturduğu ümmetten, vatandaşların oluşturduğu millete evrilen; bir insanın oksijen ihtiyacı gibi aydınlanmaya, haklara, özgürlüklere, eşitliğe, evrensel hukuka, ilerlemeye ihtiyaç duyan bir ülkenin devrimidir bu! Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunda aktif rol oynayan eğitimli, aydın, vatansever kadınların varlığı kadar, cumhuriyetin tüm ülke kadınlarına getirdiği hak, hukuk ve özgürlüklerin açtığı aydınlık yol da çok önemliydi kuşkusuz. Eğitim devrimiyle desteklenen bu aydınlanma kadın hakları konusunda, çağdaşı ülkelerin önünde kazanımlar getirdi; ancak karşı devrimle kesilen nefesi, bazı kadınların özgür ve eşit olmak istemiyoruz feryatları arasında, diğer tüm kadınlara yeterli, özgür alanlar açmaya yetmedi. O andan itibaren Cumhuriyetin özgür kadınlarına ve onlarla beraber yürüyen özgür erkeklerine, evrensel anlamda Toplumsal Cinsiyet Eşitliğinin peşinden gitmek düşüyor.

Gelişen dünya üstünde, değişen toplumsal ve özellikle işe bağlı dinamikler; kadınları artık sadece kendilerine verilen/verilmeyen hakları savunmaktan öte, içindeki toplumlarda, ister batıda, ister doğuda olsun; her bakımdan ve en önemlisi cinsel aidiyetten bağımsız, yaşayan ve çalışan özgür bireyler olmaları adına küresel bir çaba noktasına getirdi. Bana göre Toplumsal Cinsiyet Eşitliği, cinsiyetten bağımsız bireysel eşitliği ifade eder. Kişinin cinsiyetinden, toplumun ona biçmiş olduğu rol ve sorumluluklar ile tanınmış olan az veya çok haklardan, cinsel özellikleri, tercihleri, yönelimlerinden bağımsız olarak salt kişisel özellikleri ve bireysel haklarıyla bulundukları bir alandır burası. Hiç kimsenin ayrımcılıkla örselenmediği, torpille desteklenmediği; ırk, inanç, sınıf ve cinsiyet ayrımlarının olmadığı bir üst kültürün habercisidir Toplumsal Cinsiyet Eşitliği mücadelesi. Bu mücadele bütün özgür kadınlar ve özgür erkekler için bir İnsanlık mücadelesidir.

Yarım bırakılmış aydınlanmanın yarattığı gri alanlarda, aldıkları eksik eğitim, toplumsal kabule dayalı örf ve adetler, dini, ahlaki referanslarla kafası karışmış kadınlar ve erkekleri bu konularda aydınlatmak, bilinçlendirmek, mücadeleye katmak çok önemli. Bu çabalar toplumun topyekün bilinçlenmesinin, özgürleşmesinin, eşit vatandaşlar olarak bir arada yaşamasının önünü açacaktır.

 Benim de üyesi olmaktan memnuniyet duyduğum Yanındayız Derneği gibi kurum ve kuruluşlar sivil alanda bu farkındalıkların yaratılması için çok yararlı. Kadınların ve erkeklerin birlikte inisiyatif aldıkları bu gibi girişimler arttıkça da mücadelenin gücü artacaktır. Toplumlar içinde kendilerine biçilen rolü oynamak zorunda kalmayan eşit ve özgür kız çocukları, onlara aynı şekilde yaklaşan erkek çocukları dünyayı rollerin belirlendiği bir tiyatro sahnesi yerine yeniliklere açık, masalsı bir pastoral senfoni haline getirebilir.

Üretken Emekten Reel Sektöre

Fransız düşünür Henri de Saint Simon, Sosyolojinin isim babası olan Auguste Comte’nin ustası sıfatıyla bu alanın düşünce babası sayılır. Aslında bilinen en önemli özelliği, tarihin ilk sosyalisti olmasıdır; şöyle ki, Karl Marx’ı da çok fazla etkilemiş, Saint Simon’un seçkinci metodundan farklılaşan Marx Sosyalizm’in temel direği olan sınıf çelişkisini ortaya koymuştur. Marx şöyle der: “Bugüne kadar varolan bütün toplumların tarihi, sınıf çatışmaları tarihidir”. Saint Simon’a göre toplumlarda iki sınıf insan bulunur. Üretime katkı yapan endüstri sınıfı üyeleri, yani sanayiciler, burjuva, işçiler; başka bir deyişle bal arıları ve üretime katkı yapmayan diğerleri; başka bir deyişle eşek arıları veya aylaklar. Düşünüre göre, sanayi devriminin ardından toplumlar endüstri çağının gereklerine göre yeniden şekillenmeli, toplumlarda reform yapılmalıdır. Bundan dolayı onun felsefesi öncelikle toplum konusunu ele alır ve bir toplum felsefesi olarak ortaya çıkar. Simon endüstri toplumunu emeği yücelten bir toplum olarak sunar. Çok genç bir bilim dalının (Sosyoloji) ilk temsilcileri olan bu düşünürler, günümüzün karmaşık ekonomik, teknolojik ilişkilerinden, hele hele otomasyon, dijitalleşme, bilişim, yazılım gibi gelişmelerden bihaber; emeği ön planda tutarak politik iktisadın temellerini atmışlardır.

19.YY’dan itibaren kendini gösteren çağdaş Sosyal Demokrat siyaset emek ile sermayenin, başka bir deyişle üretimin iki olmazsa olmaz bileşeninin uzlaşmasına dayalıdır. Sosyal demokrat partilerle birlikte diğer demokratik sol, sosyalist partileri aynı şemsiye altında toplayan Sosyalist Enternasyonel görüşte gelişen anlayış, emekçi kavramının içine mavi yakalılarla birlikte beyaz yakalıları da, hatta beden ve beyin gücüyle çalışan iş verenleri de almaktır. Her işçi emekçidir ama her emekçi işçi değildir. Kapitalist ekonomi içinde, işçiler, çiftçiler, zanaatkarlar, esnaf, tüccar, hizmet sektöründe çalışanlar, üretimin ve ticaretin devamını sağlayan her kademedeki beyaz yakalılar, serbest meslek mensupları, yöneticiler, eğitim,sağlık,güvenlik,hukuk gibi temel toplumsal hizmet alanlarında çalışanlar; günümüzde tasarımcılar, yazılımcılar, sınıf olduğunun bilincinde olmayan süresiz, geçici işlerde çalışanlar (Prekarya) ile birlikte tabii ki, üretim araçlarının denetim ve birikimini sağlayan girişimciler birlikte toplam toplumsal faydayı yaratırlar; amaç refah toplumuna ulaşmaktır.

Burada ayrıca tartışılması gereken üç önemli konu var. Birincisi sistemin teorik ve pratik hatalarından kaynaklanan sömürü, eşitsizlik, kişiler ve bölgeler arası farklar, yoksulluk, yolsuzluk, kaynakların adaletsiz dağılımı v.b. gibi defoların nasıl düzeltileceğidir ki; bu refah toplumuna giden yolda ekonomik ve sosyal gelişme, hukukun üstünlüğü, başta insan hakları olmak üzere tüm hakların teslimi, eğitimin yaygınlaştırılması, fırsat eşitliği, demokrasi gibi araçlarla çözülmesi gereken, sürece dayalı bir konudur.  İkincisi, üretim aşamasında ve ona bağlı ekonomik düzende devletin rolüdür. Devlet sadece toplumdaki ve ülkedeki alt yapı çalışmalarını yapacak, yasaları çıkaracak, güvenliği ve düzeni mi sağlayacaktır? Veya tüm üretim araçlarına tek başına sahip olup mülkiyeti tekelinde bulunduracak ve bütün ekonomik faaliyeti tek başına mı yürütecektir? Tarihsel gelişim ikisinin de mümkün olmadığını ortaya koymuştur. Keynesyen teoriden bu yana devlet artık sosyal devlettir. Bunun gereği olarak bile, devlet ekonomik faaliyetlerin içindedir. Çok tartışılan iki unsur devletin yasal anlamda ne kadar müdahaleci olacağı ve bir girişimci gibi ne kadar ekonomik faaliyetlere müdahil olacağıdır. Burada özellikle Planlama üstünde durmak gerekir. Son otuz yılda Neo Liberal ideoloji tarafından itibarsızlaştırılan planlama, eğer bilimsel yöntemler, gerçek veriler ve gerçekçi hedefler doğrultusunda, reel sektörle ve akademik dünyayla koordinasyon içinde şeffaf ve adil bir şekilde yapılırsa; kaynakların doğru kullanılması, rekabet şartlarının oluşturulması, pilot sektörler öncülüğünde kalkınmanın sağlanması, bölgesel farkların ortadan kalkması, ülke ekonomisinin ve toplamda toplumun gelişimi, sosyal gereksinimlerin karşılanması, doğal kaynakların gelişen çevre koşulları ve kuralları çerçevesinde değerlendirilmesi, dijital dönüşüm, ekonomik hedeflerin gerçekleştirilmesi gibi çok önemli konularda ülkenin önünü açabilir. Günümüzde arayış içindeki dünyada planlı ekonomi sesleri daha fazla yükseliyor. Buradan hareketle üçüncü konumuza gelebiliriz. O da mevcut şartlar altında dünyanın ve egemen kapitalist ekonominin nereye gittiği konusudur. Küreselleşerek azgınlaşan Kapitalizm otomasyon yoluyla ihtiyaç duyduğu insan emeğini minimuma indirdiği gibi, giderek daha az ihtiyaç duyacağı endüstri algoritmaları üstünde çalışmaktadır. Dünyada pandemi döneminin getirdiği yüklerin de etkisiyle bir şeylerin değişmesi gerektiği hemen herkes tarafından dile getirilmektedir. Demokratik toplumlarda, hukukun güvencesinde, planlı ekonominin uygulandığı, iyi yönetişim ilkelerinin ve toplumsal dayanışmanın egemen olduğu düzenler en adil düzenler olarak gözükmektedir. Bu tercih uzun yıllardır Sosyal Demokrasi’nin kendini çokta fazla ifade edemediği, sağda ve soldaki diğer siyasi görüşlere kabul ettiremediği önermeleriyle benzerlik göstermektedir.

Refah toplumuna giden bu yolda reel sektörün rolü karşımıza çıkmaktadır. Sektörün tanımını şu şekilde yapabiliriz: Ekonomide, paradan faiz geliriyle para kazanmayıp, üretim yapan, rant içermeyen sektör. İmalat, tarım, madencilik, ticaret, taşımacılık, turizm gibi mal ve hizmet üreten faaliyetlere de reel ekonomi diyoruz. Ulusal ekonomide tarım, sanayi ve hizmetler ana sektörlerinde üretici ve tüketici konumundaki tüm vatandaşların tasarrufları finans sektörü tarafından toplanır ve tekrar kullandırılır. Finans sektörü ekonominin  fon arz ve talebinin karşılandığı aracı sektördür. Reel olmayan ekonomilerde ise, bankacılık, borsacılık, sigortacılık gibi para manipülasyonuna açık sektörlerde kolay para kazanmanın yolları aranır. Buna genel anlamda rant ekonomisi diyoruz ki; son yıllarda ülkemizin içine düştüğü durumdur. İnşaat sektörü gibi üretkenliği olmayan devasa bir sektörle birlikte finans sektörünün güdümünde, üretimin desteklenmediği, yatırımların türlü kur ve maliyet riskleriyle istenen düzeyde olmadığı ülkemizde, içinde bulunulan hukuk ve demokrasi, dolayısıyla güven sorunları sebebiyle reel yabancı yatırımların gelmemesini de eklerseniz bugünkü tablo ortaya çıkar. İnşaat sektörü yarattığı istihdam ve katma değer ile önemli bir sektördür, ama bunu ekonominin ve ekonomik büyümenin lokomotifi yaparsanız, zamanla şişen maliyetler, oluşan yapı stoğu ile birlikte duvara toslarsınız. Bu sektörde ürün çıktısı taşınamaz bina en iyi ihtimalle bir kez satılır, daha sonra birkaç kez el değiştirir. Yapıların bir ekonomi yılı içinde dönüşümü çok yavaştır. Türkiye’de kamu destekli inşaat sektörünün GSYH içindeki payı %5’lerden %8/9 düzeyine çıkmıştır. Hızlı kentleşme, kentsel dönüşüm ve önemli alt yapı yatırımlarını kapsayan mega projeler açısından hiç şüphesiz ki sektör önemli bir işlev yürütmektedir. İnşaat ve gayri menkul sektörünün küresel ölçekte finansal piyasalara entegrasyonu artmaktadır. Bu bağlamda, gayri menkule dayalı menkul kıymetlerin alım satım ve değerleme işlemlerinin yapıldığı piyasaların iş hacmi artmakta, kullanılan ürünler çeşitlenmektedir. Bu suretle artan entegrasyon, ekonomileri sektördeki arz talep dengesine ve finansal piyasalarda oluşabilecek varlık balonlarına duyarlı hale getirmektedir.

Reel sektörün finansmanı çok önemli bir konudur. Reel sektör için en ideal durum öz sermaye olanaklarının geniş olmasıdır, ancak Türkiye’de reel sektör içinde yer alan şirketlerin öz sermayeleri kısıtlıdır, aynı zamanda sermaye piyasası sığdır. Örnek vermek gerekirse, yatırım fonlarının GSYH’ya oranı G.Kore’de %33, Yunanistan’da %19, Türkiye’de %2,2’dir. Bunun sebebi kurumsal yatırımcı eksikliğidir. Gerekli finansmanı sağlayacak finans sektörünü kısaca irdelersek; devlet, şirketler ve hane halkı arasındaki fon akışlarını aracılık eden finansal kuruluşların tamamı sistemin bütününü meydana getirir. Sistemin %90’ını bankalar ve TCMB oluşturur. Faktoring, finansal kiralama, tüketici finansman, varlık yönetim, sigortacılık şirketleri, menkul kıymet aracı kuruluşları, menkul kıymet yatırım, gayrimenkul yatırım ve girişim sermayesi yatırım ortaklıkları diğer büyüklüğü temsil eder. Sektör büyüklüğünün %90’nına karşılık gelen bankalar, sektör istihdamının %88’ini, sektör karının %92’sini temsil etmektedir. Bankacılık sektörü içinde kamu bankalarının önemli payı vardır. Bu kamu yönetimine sektöre doğrudan müdahale olanağı vermektedir. 2019’da 4 trilyon 492 milyar aktif büyüklük oluşturan bankacılık içinde kamu bankalarının aktif büyüklüğü 1 trilyon 532 milyar TL’ye; kredi bakiyesi büyüklüğü 922,5 milyar TL ile % 35,5’a yükselmiştir. Reel sektörü, özellikle KOBİ’leri destekleme, faizleri düşük tutma, enflasyonla mücadele gibi hedeflerinin yanında mega projelere sundukları kredi olanaklarıyla tartışmalı hale gelen kamu bankalarının karşılıksız krediler, görev zararları gibi  gri alanları oluşmuştur. Sözde bağımsız Merkez Bankası’nın fiyat istikrarı adına aldığı kararlar, faiz düzenlemeleri başlı başına bir istikrarsızlık kaynağıdır.

Ülke ekonomisinin enflasyonist olmayan sürdürülebilir bir büyümeye ihtiyacı vardır. Oysa ki sürekli yaşanmakta olan makro ekonomik dengesizlikler, krizler, devalüasyonlar, devletin yüksek faizle borçlanıyor olması bunu sürdürülemez hale getirmektedir. Çalışmak, üretmek, sağladığı birikimlerle giderek öz sermayesini büyütürken daha az krediye ihtiyaç duyarak yatırımlar yapmak durumundaki reel sektör bu dengesizliklerden ve istikrarsızlıklardan en fazla etkilenen ekonomik aktördür. Enflasyon halktan alınan gizli ve haksız bir vergidir. Üstelik üst gelir gruplarından çok alt gelir gruplarından alınmaktadır, işsizlikle birlikte yoksulluk toplumu kemirmektedir. Bizim gibi hızlı büyüme kapasiteli, gelişmekte olan, genç nüfuslu bir ülkede enflasyon oranının tek rakamlı belli bir noktada tutulması gerekmektedir. Bütçe açıkları başlı başına enflasyon sebebiyken, reel sektörün enflasyon yaratma olanağı da gözlemlenmelidir. Enflasyon ve reel ekonomik aktivite arasında istikrarlı bir değişim ilişkisi, temel amacı fiyat istikrarını sağlamak ve sürdürmek olan Merkez Bankası için önemli bir konudur. Teorik olarak toplam arz eğrisi doğrusal dışıdır ve bundan dolayı talep eğrisinin yer değiştirmesine karşın, fiyatlar genel düzeyi ile toplam üretimin tepkisi reel üretimde kaynak kullanım düzeyinin ne oranda olduğuna bağlıdır. Bu nedenle toplam mal ve hizmetlere olan talebin, toplam mal ve hizmet arzından fazla büyümesi, kullanılmayan üretim kaynaklarındaki azalmaya yol açıp enflasyonist baskı oluşturur. Bir ekonomideki kullanılmayan üretim kaynaklarının bir önemli göstergesi kapasite kullanım oranıdır. Kapasite kullanım oranı, sanayideki üretim düzeyinin bir yansıması olup, talep ve yatırımla ilgili bilgiler vermektedir. Orandaki düşüşler durgunluğu, yükselmeler genişlemeyi ifade eder. İşsizlik oranı, işsizlik açığı, üretim açığı ekonomide durgunluğun göstergeleridir. Ekonomik canlanma dönemlerinde göreceli daha düşük verimliliğe sahip üretim faktörlerinin kullanılmaya başlaması maliyetlerde artışa, sonuçta tüketici fiyatlarında artışa sebep olacaktır. Ülkemizde son dönemlerde yaşanan fiyat artışlarının önemli bir sebebi budur. Kapasite kullanım oranı optimal olarak %76 olarak ölçülmüştür. ABD’de bu seviyedeki oran ülkemizde %73 seviyesindedir. %82’nin üstündeki kapasite kullanım oranlarında fiyat istikrarının sürdürülebilmesi açısından problem teşkil ettiği gözlemlenmiştir. Bu konuların hepsi planlamanın alanı içine girmekte, bilimsel planlamanın gerekliliğini bir kez daha gözler önüne serilmektedir.

Bir ülkenin kalkınması ve ekonominin istikrarlı büyümesi için öncelikli sektörler vardır. Ülkemizde aktif büyüklük bakımından imalat sektörü 2 trilyon 331 milyar TL ile birinci, toptan ve perakende sektörü 1 trilyon 809 milyar TL ile ikincidir. İmalat sektörünün toplam içindeki payı %27,1’dir.Aynı sektörün ihracat içindeki payı Ekim 2021 itibarıyla, 172 milyar dolar ile %95’e yakındır. Alt sektörler bakımından ihracatta Otomotiv Endüstrisi birinci, Çelik Sanayi ikinci ve Hazır Giyim Konfeksiyon sektörü üçüncü sıradadır. Ancak,Tekstil ve Hammaddeleri, Deri ve Deri Ürünleri, Halı Sanayileri Hazır Giyimle, Demir Sanayi Çelikle birlikte ele alınırsa, çok yakın rakamlarla birinci ve ikinci olmakta, Otomotiv üçüncülüğe düşmektedir. İhracatta Elektrik ve Elektronik Sanayi ile Makine Sanayi de diğer önemli sektörler konumundadır. Dış ticaret açığı ve oradan hareketle cari açığı irdelememiz açısından ithalat rakamlarına, ekonomi açısından olduğu kadar sektörler açısından da ihracatın ithalatı karşılama oranlarına bakmak gerekir. Dış ticaret dengesi mal ve hizmet ihracatı ve ithalatı, yatırım gelir ve giderleri ile tek yanlı transferleri kapsayan bir tablodur. İthalatta Ekim 2021 itibarıyla, ara mamul ( hammadde) 165,8 milyar dolar ile ilk sırada, sermaye (yatırım)malları 28,9 milyar dolar ile ikinci, tüketim malları 20,5 milyar dolar ile üçüncü sıradadır. Görüldüğü gibi tüm sektörler için ara mallar en önemli girdidir. Ara mamulleri  kendi üretemeyen bir ülke ekonomisinin dış ticaret dengesinin düzelmesi beklenemez. Bazı sektörlerde ihracat/ithalat karşılama oranları, ara mallar girdisi oranları kritik seviyelerdedir. Eğer ihracata dayalı bir kalkınma arzu ediliyorsa, bu alanlarda ve teknolojide rekabet gücü yüksek olanlar lokomotif sektör olarak belirlenmeli, bazı sektörlere ise özel ilgi gösterilmelidir.

Örneğin, teknolojik ve organik Tarımsal üretim desteklenirken, tarım ürünlerinin ham halinden ziyade, işlenmiş endüstriyel şekilde ihracatı desteklenmelidir. Hazır Giyim ve Konfeksiyon sektörü 2019 rakamlarıyla 18,18 milyar dolar ihracat yaparken 1,71 milyar dolar ithalat yapan, ödemeler dengesine olumlu etki yaparken, özellikle istihdam yaratan bir sektördür. Ancak bu emek yoğun yapısı ve öz sermaye eksikliği gibi sebeplerle kur değişimleri ve uluslararası piyasalardaki rekabet rüzgarlarından çok hızlı ve fazla etkilenir. Fason üretimden ziyade markalaşmaya ve inovasyona özen gösterilmelidir. Tekstil sektörü genel olarak ithalat oranı yüksek bir sektördür. Ara malların Türkiye’de üretimine öncelik  vererek bu durum düzeltilebilir. Dünyada kumaşlar ve teknolojiler arasında yeni bağlar kurulmuş, giysi kumaşlarına akıllı sistemler entegre edilmeye başlanmıştır, giyilebilir teknolojiler tüketicilere yeni fiziksel kolaylıklar sunmaktadır. Üretim ve tüketim dünya genelinde artmakta, ekolojik ve ekonomik sebepler geri dönüşümü zorunlu kılmaktadır. Atık malzemenin ikincil hammadde olarak yeniden kullanımı, daha az enerji, su ve kimyasala ihtiyaç duyan makine teknolojileri ve tasarımları ağırlık kazanmıştır. Tüm dünyada elyaf talebi giderek artmaktadır, bu yönlü yatırımlara öncelik verilmelidir. Teknik tekstiller, akıllı tekstiller, tekstil takviyeli kompozitler, nano teknoloji ile üretilmiş üstün nitelikli ürünler, fonksiyonel tasarımlar, çevreci ve geri dönüşümcü yaklaşımlar önem arz etmektedir. Deri sektöründe ihtiyaç duyulan hammaddenin %70’i yurt dışından karşılanmaktadır. Küçük baş hayvanda oran %75, büyük başta %40’tır. Ülkemizde terörün etkisiyle ve yanlış devlet politikalarıyla çok gerileyen hayvancılık sektörünün özel olarak geliştirilmesi aynı zamanda Gıda sektörü ve diğer hayvansal yan ürünler açısından önemlidir. Gıda sektörü yüksek ithalat yapılan bir alandır. Ülkemizin üç tarafı denizlerle çevrili, çok farklı iklimlerin, coğrafi şartların, verimli toprakların bir arada bulunduğu, etrafındaki geniş hinterlandında dış piyasalara ulaşım ve lojistik açısından stratejik konumu gıda sanayine çok önemli fırsatlar yaratmakta, fakat yine başta tarım olmak üzere hayvancılık, balıkçılık gibi kaynakların iyi değerlendirilmemesi sonucu istenen seviye yakalanamamaktadır. Kimya sanayi, petrol, doğal gaz, hava, su, mineraller ve metaller gibi hammaddeleri 70 binin üstünde farklı ürüne dönüştürerek hemen her sektöre ürün satan, ülkelerin endüstrilerinin gelişmesi için hayati önemde bir alandır. Tüm dünyada kimya ürünlerinin %77’si diğer sektörlerde hammadde olarak kullanılmakta, ancak %23’ü nihai tüketiciye ürün olarak satılmaktadır. Sermaye yoğun ve büyük ölçekli bir sanayi dalı olan Kimya sektörü içinde barındırdığı ilaç sektörüyle birlikte önemli katma değer yaratan bir sektördür. Nano teknoloji, biyo kimya, genetik, katalizör, organik kimya ve polimer kimyası gibi bilimsel gelişmelere açık olan sektör geleceğin sektörlerinden biridir. Yeterli yatırımın olmadığı ülkemizde geçtiğimiz yıl, sektör 16,9 milyar dolar ihracat, 38,2 milyar dolar ithalat gerçekleştirmiştir. Başka bir deyişle ticaret açığımızın yaklaşık 22 milyarlık kısmı bu sektör kaynaklıdır. Kimya sanayine ivedilikle dünyada örnekleri olduğu gibi, sanayi kümeleri şeklinde yatırım yapılmalıdır. İlaç sanayinde patent konusu aşılarak yerli üretime ağırlık verilmelidir. Demir ve Çelik sektörlerimizde dünyadaki trendin aksine bir küçülme gözlemlenmekte, bu sektörlerimiz uluslar arası piyasalardaki avantajlarını kaybetmektedirler. Bunun sonucu olarak sektörlerde ihracatın ithalatı karşılama oranı düşmektedir. Başta enerji olmak üzere girdi fiyatlarındaki artış, ara mamul olarak kullanılan hurda ve kömürdeki çevre katkı payı gibi sebepler bunda önemli etkenlerdir. Sonuç olarak bunlar stratejik önemi olan sektörlerdir ve desteklenmeleri şarttır.  Ülkenin güçlü olduğu, teknolojik ve katma değeri yüksek ürünler üretilip satılan Otomotiv, Beyaz Eşya, Elektrik ve Elektronik, Makine gibi sanayilerde yeniliklere, gelişmelere açık, Ar-Ge, inovasyon, tasarım ve ileri teknoloji ile üretim yapılmalıdır. Bu alanlarda rekabet giderek yoğunlaşmakta, gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerin araştırma ve geliştirme (Ar-Ge) harcamaları artmaktadır. OECD (Data GrossDomesticSpending on R&D) verilerine göre; 2017 yılı itibariyle OECD ülkeleri arasında GSYH içinde Ar-Ge harcaması payı OECD ortalamasının üstünde olan ülkeler sırasıyla Güney Kore (%4,6), İsrail (%4,5), İsveç (%3,3), Japonya (%3,2), Avusturya (%3,2), Danimarka (%3,1), Almanya (%3,0), ABD(%2,8), Finlandiya (%2,8), Belçika (%2,6)’dır. 2017 yılı OECD ortalaması ise % 2,368’dir. Türkiye’de GSYH içinde gayrisafi yurtiçi Ar-Ge harcaması payı 2017 yılında % 0,961, 2018 yılında %1,03 ve 2019 yılında %1,06’dır. Söz konusu sektörlerde ülkemizin rakibi ülkeler, düşük işçilik ve sabit giderleriyle, değeri düşük ulusal paralarıyla, katma değeri ve rekabet gücü az ürünlerle ihracat yapan; adeta kendi emekçisini, ülke kaynaklarını gelişmiş ülkelere ezdiren, sömürten az gelişmiş veya gelişmekte olan ülkeler değil; aynı zamanda ithalatçı konumundaki gelişmiş ülkelerdir. Sürdürülebilirlik konusu ve iklim değişikliği artık çok daha fazla gündemdedir. Ülkemiz hedefleri ucuz ürünlerle rekabet etmek değil dünya ölçeğinde kalite ve marka imajı uyandıran sektörler inşa etmektir. Değişen global şartlarda sürdürülebilir rekabetçilik için gerçekleştirilecek çalışmalar, ülkemiz  açısından itici güç olacaktır. AB tarafından Aralık 2019’da Yeşil Mutabakat metni, Mart 2020’de ise Döngüsel Ekonomi Eylem Planı yayınlanmıştır. Planda, sürdürülebilir bir ekonomik sisteme geçilmesinin, AB’nin yeni Sanayi Stratejisi’nin ayrılmaz bir parçası olduğu ve döngüsel ekonominin uygulanması ile 2030 yılına kadar AB’de yeni iş olanakları yaratılacağı vurgulanmaktadır. Amaç: Daha yeşil, daha döngüsel ve daha dijital bir sanayidir. Avrupa Yeşil Mutabakatı kapsamında AB’ye ihracat yapan sektörlerimizi yeni yaptırımlar beklemektedir.

Sonuç olarak, Ülkemizde reel sektörün gelişmesi ve daha fazla katma değer yaratması için, imalat sanayinde kullanılan ara mamuller çeşitlendirilerek, içerde üretilir hale getirilmeli, başta enerji olmak üzere girdi fiyatları ucuzlatılmalı, organize sanayi bölgeleri sektör bazında sanayi kümeleri halinde şekillenmeli, bu yolla endüstriyel dayanışma sağlanmalı, lojistik, iletişim, ulaşım olanakları arttırılmalı, Ar-Ge, inovasyon, tasarım, patent, teknoloji transferi, know-how gibi geliştirici faaliyetler teşvik edilmeli; dijital finans araçları, kodlama, yapay zeka, metaverse gibi fütüristik konular takip edilerek dünya ile eş zamanlı olarak ekonomiye adapte edilmelidir. Reel sektörün finansmanı hayati önemdedir. Klasik bankacılık sisteminin dışında, sermaye piyasasından orta ve uzun vadeli, uygun koşullu finansman sağlanması düzenlemelerle teşvik edilmelidir. Bu şekilde, yatırımcı ihtiyaçlarına cevap verecek kaynakların geliştirilmesi, bu ürünlerin piyasada dolaşımının sağlanması, kayıt dışına çıkma eğilimindeki tasarrufların kayıt içine çekilerek ekonomiye kazandırılması ve vergi tabanının yaygınlaşması; bu bağlamda sermaye piyasaları aracılığı ile ülkenin ekonomik kalkınması, sermayenin tabana yayılması, sosyal barışın sağlanması gibi çok önemli fonksiyonlar yerine getirilecektir. Ekonomide ağırlık taşıyan kayıt dışılık engellenmeli, bu yolla reel sektör korunmalı, ekonomide ve toplumda adalet sağlanmalıdır. Sosyal güvenlik sistemi yeniden yapılanmalıdır. Kamu ve özel sektörü içinde barındıran yeni bir sistem oluşturulmalı, bu alandaki yük hem kamunun hem reel sektörün üzerinden alınmalıdır. Bütün bunların kamu yararına, bilimsel bir planlı ekonomi ile gerçekleştirilebileceği unutulmamalıdır.

Dayanışma Bilinci – Sosyal Demokrat Dergi

Dayanışma Bilinci – Sosyal Demokrat Dergi

Ekonomilerde “kutsallaştırılmış”  büyüme gerçekleştirilirse, sanki insana ait tüm ekonomik sorunların çözüleceği gibi bir algı yaratılıyor ki, bu, doğru değil.  Zira Klasik Kapitalist İktisat “kaynakların kısıtlılığı” fikri üstüne oturuyor. Aslında bu, bir tespitten çok bir kabuldür.  Kaynakların kısıtlılığının kabulü, sisteme, toplumlarda insanlara rol biçme, onları sınıflar şeklinde kümelendirme şansı veriyor. Buna göre, kaynaklar kısıtlıdır; o takdirde dikkatli dağıtılmalıdır ve her birey ekonomiden yaptığı katkı oranında pay almalıdır. Büyüme gerçekleşirse kaynaklar artar ve ekonomi daha fazla insanın ihtiyacını karşılar hale gelir.

Kapitalist sistemin işleyişinde temel kavramlar

Büyümenin nüfus artışını ve giderek artan insan ihtiyaçlarını dengeleme gibi bir etkisi, hiç şüphesiz, vardır. Klasik teori, büyümenin peşine “Kalkınma” ve “Gelişme” gibi kavramları da takar; ama aslında bunlar birbiriyle yakından ilintili olmalarına rağmen, doğrudan ilişkili değillerdir. Yani bir ekonomi büyüyebilir ama ait olduğu ülke kalkınmayabilir veya kalkınma tek başına gelişmeyi temsil etmeyebilir. Sağ ideolojinin sıkı sıkıya tutunduğu ekonomik kalkınma söylemi, beraberinde toplumsal gelişmeyi –ilerlemeyi- getirmeyebilir.

Kapitalizm teorisine göre kaynaklar çarçur edilmemelidir; herkes hak ettiği kadar pay almalıdır. Kimin neyi ne kadar hak ettiği konusu ise ait olduğu sınıfa göre belirlenir. Eğer bir birey uslu uslu ekonomiye katkı yapmaya devam eder, çok çalışır ya da kafayı çok çalıştırırsa, belki bir üst sınıfa geçme şansı vardır. Zira sistem böyle işlemektedir.

Bu sebeple, toplumlardaki geri kalmışlık veya yoksulluk, o toplumda sömürü düzeni olmasıyla değil, kaynakların kısıtlılığı ile açıklanır. Oysa aslında dünya üstündeki sömürü düzeni kapitalizmin var olma sebebidir. Dünya kaynaklarının sınırsız olmaması, bölgesel farklar ve özellikler arz etmesi, doğal olarak geçerlidir; ancak insan aklı ve vicdanı bu şartlar altında daha adil bir düzen kurmaya yeterlidir.

Tarih içinde yaşanan ekonomik ve sosyal gelişmeler, özellikle sosyalizm ve sınıf bilinci, kapitalizmi görece ehlileştirmiştir; ama tırnaklarını sökmemiştir. 1929 küresel krizinden sonra devreye sokulan sosyal politikalar, orta sınıfı geliştirirken kapitalizmin devamını da sağlamıştır. Kapitalizm, bir virüs gibi, gelişen şartlara göre sürekli mutasyon geçirerek mevcudiyetini sürdürmektedir. Bu, daha uzun zaman böyle gideceğe benzemektedir. Kapitalizmin, sür git bir şekilde dünyanın tek ve optimum düzeni gibi görülemeyeceği aşikardır. Ancak onun, yerine başka bir şey koyuncaya kadar dünya üstündeki krallığını sürdüreceğini öngörmek de yanlış olmaz. Geçmişteki sosyalizm deneyimleri, -ister komünist formda, ister sosyal demokrat formda olsun- yeni bir düzen yaratmaya yetmemiştir; fikirleri insanlar için belli kazanımlar getirmekle birlikte, bu krallığı yıkamamıştır.

Günümüz kapitalizminin iki taşıyıcı sütunundan biri serbest piyasa ekonomisi, diğeri seçimli demokratik parlamenter sistemdir. Teoride “optimum” olmayı beraberinde getiren bu iki ayak, çok temel iki kavram üstüne oturur:  Serbest piyasa ekonomisi için “bilinçli tüketici”, seçimli demokratik parlamenter sistem için “bilinçli seçmen”. Teorinin ideal şekli budur. Ancak biliyoruz ki, dünyanın hemen her yerindeki toplumlarda bilinçli tüketici ve bilinçli seçmen çölde açan çiçekler gibidir.

Esasen sistemin varlık sebebi olan sömürü, bunun tam tersine gereksinim duyar. İnsan ne kadar az şey bilirse, o kadar huzurludur; çünkü kendi eksiklerinin farkında değildir. Aidiyet ihtiyacını sınıf bilinci üstünden kurgulamayan insan, bu şekilde din ve milliyet gibi başka aidiyet duygularıyla çok kolay manipüle edilebilir. Binlerce yıldır birbirleriyle savaşan insanlar, bugün devasa silah, onun yanında ilaç ve onları besleyen finans sektörlerinin tercihleri doğrultusunda küreselleşerek azgınlaşan kapitalizmin değirmenine su taşımaya devam etmektedir. Gelişen silah teknolojisi, devletlerin büyük ordular halinde savaşmasını güçleştirdiği için, dinsel ve milli aidiyetler üzerinden kaşınan sorunlar yoluyla bölgesel çatışmalar tahrik edilmektedir. Sistem, tehdit unsuru canlı tutularak işletilmeye devam etmektedir.

Günümüzün küresel ekonomik düzeni

Günümüz dünya ekonomisi gerçekler üstüne değil, genel kabul görmüş doğrular ve kabuller üstüne oturur. Aslında bu, mevcut sömürü düzeninin devamını sağlamaktan başka bir şey değildir. En büyük sömürü, karşılıksız basılan güçlü devlet paralarından kaynaklanmaktadır. Kimileri adeta dünyaya paralarını satmaktadır. Diğer dünya devletleri de, kimisi konvansiyonel veya tarım benzeri ürünler, kimisi katma değeri daha yüksek teknolojik ürünler üretmek ve satmak suretiyle bu oyunun bir parçası olmaya çalışmaktadır.

Dünya insanları emeklerini, hizmetlerini dünya kapitalizmine sunmaya amadedir. Bütün bunlar, değeri sürekli diğer dünya paraları karşısında değerlenen “dolardan, avrodan” biraz daha fazla kazanmak içindir. Teknoloji, güçlü olanın lehine işlemektedir; çünkü o da bir yatırım alanıdır. Mukayese ettiğinizde, karşılığında cep telefonu ya da savaş uçağı almak için üretmek ve satmak zorunda kaldığınız buğday, zeytin, mobilya, kumaş gibi konvansiyonel ürünlerin miktarı giderek artmaktadır. Diğer yandan da kapitalizm, kendi tedbirlerini almakta ve giderek daha az insan gücüne ve emeğine ihtiyaç duyacağı endüstri algoritmaları üstünde çalışmaktadır.

Bugün gelinen noktada, geleceğin insanlığını kurtaracak olan, yeni bir dünya düzeninin inşa edilmesine zemin hazırlayabilecek olan kavram “dayanışma”dır. Toplumlardaki bireylerin dayanışması ve giderek toplumların dayanışması, kaynak sorunları dahil pek çok sorunu aşabilir. Mevcut ekonomik ve sosyal dünya düzeninde hala rağbet gören “rekabet” kavramı, kendi içinde kaynak kullanımı konusuna da bir çözüm getirmekte, adeta “altta kalanın canı çıksın” oyununa dönmektedir. İnsan doğasıyla uyumlu bu kavram kapitalist düşüncenin amiral gemisidir. La Fontaine’in ünlü “Leylek ile Tilki” masalında olduğu gibi, sosyal ilişkiler bir karşılıklı sürtüşme, ekonomik ilişkiler ise hep birisinin aç kaldığı bir çekişme halinde sürüp gitmektedir. Oysaki “uzun saplı kaşıklar” öyküsü günümüzün sorunlarına cevap verebilecek bir bakış açısıdır. Ellerini ağızlarına götüremeyecekleri uzun saplı kaşıklar ve birer kase çorba verilen insanlar birbirlerini besleyerek karınlarını doyurabilirler.

Dayanışma insanı güçlendirerek özgürleştirir.  Gelişen ve giderek özgürleşen toplumlar önce bir “transnasyonal” sonra da bir “enternasyonal” dünya düzenine evrilebilir. Bu yolla ülkeler ve insanlar arasındaki sınırlar önce aşılır, sonra kalkar. Bunun gerçekleşmesinin tek dayanağı “bilinçli insan”dır.

Teşvikiye Mahallesi’nin deprem toplanma alanında inşaat başladı

Kent Yaşam Gazetesi

Teşvikiye Mahallesi’nin deprem toplanma alanında inşaat başladı Teşvikiye Mahalle Sakinleri ve Şişli Belediyesi’nin 2018’de ‘Burası bölgenin tek deprem toplanma ve yeşil alanı. Çevre ve Şehircilik Bakanlığı bu gerçeği görmezden gelerek burayı imara açamaz. Bu plan değişikliğinde kamu yararı yoktur’ diyerek dava açtıkları 26 dönümlük Marmara Üniversitesi Nişantaşı Yerleşkesi’nde DAP YAPI, Şişli Belediyesi’nin verdiği ruhsatla inşaat için yıkıma başladı.

Marmara Üniversitesi’nin eski Nişantaşı Kampüsü’nün bulunduğu ve İstanbul’un en değerli noktalarından biri olan arazide DAP YAPI inşaat için yıkım çalışmalarına başladı. Nişantaşı’nda bulunan 26 dönümlük arazi ile Çevre Şehircilik Bakanlığı tarafından hazırlanan imar planı askıya çıkarıldığında Şişli Belediyesi iki yıl önce ‘Kamu yararı yoktur burası yeşil alan olmalıdır’ diyerek planlara itiraz etmiş buraya yeşil alan fonksiyonu verilmesini istemişti. Şişli Belediyesi’nin 2018’de açtığı dava ile mahalle sakinlerinin açmış olduğu davalar sürüyorken bu kez Şişli Belediyesi’nin aynı yere inşaat ruhsatı vermesi tepkileri de beraberinde getirdi.  17 Ağustos 1999 depreminin yıldönümünü dolayısıyla Semt sakinleri Teşvikiye Mahallesi’nin tek “deprem toplanma alanı” olan Marmara Üniversitesi Nişantaşı yerleşkesinin bulunduğu arazide başlayan konut ve ticaret projesine verilen ruhsatlar ile imar planı değişikliklerinin iptali talebiyle bir basın açıklaması gerçekleştirdi. Şişli Belediyesi’nin yapı ruhsatı verdiği bölgenin Teşvikiye Mahallesi’nde yaşayan 13 bin vatandaşın deprem toplanma alanı olduğu belirtilen açıklamada, “Meydana gelecek herhangi bir deprem veya felakette mahalle sakinlerinin toplanacağı, sığınacağı, geçici olarak barınacağı yeterlilikte başkaca alan bulunmamaktadır. Mahalle sakinlerini göz göre göre yaşamsal tehlikeye atan bu yapılaşmada kamu yararı bulunmadığı kuşkusuzdur’ denildi.

’10 KATLIK YAPILAŞMA İZNİ BÖLGE EMSALİNE AYKIRI’ Açıklamada ayrıca bölgeye 10 katlık yapılaşma izni verildiği ancak civardaki yapıların 4-5 kat olduğu belirtilerek yükseklik sınırının bölge emsaline aykırı olduğu vurgulandı. İnşaat projesinin altından Dolmabahçe-Levazım Tüneli’nin geçtiğine de dikkat çekilerek, “Bu alana verilen yapı izni ile zemin fazlasıyla yıpranacak, bölgede yaşayanlar ile birlikte yapılaşmanın tamamlanması ile bu yapıya yerleşeceklerin yaşamları riske atılacaktır” denildi.

BÖLGEDEKİ KÜLTÜREL MİRAS YOK OLACAK’ İptali istenen imar planları ile bölgeye yapı, nüfus ve trafik yoğunluğunu kaldıramayacağı da belirtildi. Ayrıca planlama alanında “Ihlamur Kasrı Doğal ve Tarihi Sit Alanı” bulunduğu da ifade edilerek, “Nüfus ve trafik yoğunluğu, sit alanlarına ait tarihsel ve doğal güzellikler ile olan yeşil örtüye baskı ve zarar verecek, bu alanlar arasındaki doğal geçişi önleyecektir.  Yapılaşma ile bölgeye eklenecek yoğunluk Ihlamur Kasrı Doğal ve Tarihi Sit Alanı’nı baskılayacak ve kültürel mirasın zaman içerisinde korunmasını imkansız kılarak yok olmasına neden olacaktır” denildi. 

NE OLMUŞTU? Diş Hekimliği ve İletişim Fakülteleri’nin bulunduğu Marmara Üniversitesi Nişantaşı Kampüsü’nun 26 dönümlük arazisi, 2018 yılında imar planları değiştirilerek ihaleye çıkarıldı. Çevre ve Şehircilik Bakanlığı tarafından hazırlanan imar planı ile arazideki “üniversite” fonksiyonu iptal edildi ve yerine “ticaret-konut” fonksiyonu getirildi. Konut ve ticaret alanında yapılacak binaların kat yüksekliği 10 ve 5 kat olarak belirlendi. Arazi aynı yıl Emlak Konut GYO tarafından ihaleye çıkarıldı. İhaleyi, 1.7 milyar TL’lik teklifi ile DAP Yapı kazandı. Geçtiğimiz Nisan ayında da 92 konut ve 1 ticari ünite olmak üzere toplam 93 adet bölüm için Şişli Belediyesi’nden ruhsat alındı ve arazide yıkım çalışmaları başladı.

Şişli Belediyesi İmar Komisyon Başkanı Birol Akgüneş, ‘Ruhsatı vermeseydik sürecin dışında kalırdık’  Konu ile ilgili görüştüğümüz Şişli Belediyesi İmar Komisyon Başkanı Birol Akgüneş, ‘Yürütmeyi durdurma talebimiz ile ilgili süreç devam ediyor. Fakat bu sırada Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’dan imar yönetmeliğine uygun olarak değiştirilen ve projelendirilen inşaata ruhsat vermemiz istendi. Yasalar gereği buraya iki ay içinde cevap vermemiz gerekiyor. Vermediğimiz takdirde Çevre ve Şehircilik Bakanlığı buraya ruhsat verip inşaatı başlatabilir. Söz konusu alanın yeşil alan ve deprem alanları olması konusunda vatandaşlarımızla hemfikiriz. Şişli ilçemiz deprem toplanma alanları ve yeşil alan konusunda İstanbul’un en fakir ilçelerinden biridir. Deprem gerçeği karşısında buralara kaybetmek hepimizi üzüyor.  Ruhsat izni vermemizin sebebi inşaat sürecine dahil olmak istememizdi. Eğer Çevre ve Şehircilik Bakanlığı ruhsat vermiş olsaydı biz ilçe belediyesi olarak orada yürütülecek inşaat sürecinin tamamen dışında kalacaktık. İki ay içinde ruhsat vermeseydik bizimle ilgili idari işlem yapılacaktı. Bu alana inşaat yapılmasına her yönüyle karşı çıktık. Şişli Belediyesi’nin vicdanen ve kanunen hiçbir suçu yoktur. Konu ile ilgili sürdürülen davanın müdahiliyiz ve takipçisi olacağız’ dedi. 

Şişli Belediyesi ruhsatı neden verdiğini düzgün bir şekilde açıklamalı  Mustafa Akın Özerdem (Teşvikiye Mahalle Sakini); Burada hayata geçirilmek istenen proje çok tartışmalı bir projedir. Mimarlar Odası ve Şehir Plancıları Odası da söz konusu alanda hayata geçirilecek proje ile ilgili dava açmış. Hukuki süreç devam ediyor. Hukuki süreç yanında bir de siyasi süreç var. Şişli Belediyesi’nin onay vermediği ve proje tadili istediği bir yer ile ilgili ruhsat vermesi belediyeyi tartışılır hale getirmiş. Bu projenin büyük bir rant projesi olduğu herkes tarafından biliniyor. Bu Teşvikiyeliler için büyük bir kayıp. Bu proje Ihlamur Caddesi’ne kadar iniyor. Orada çok ciddi bir köprü trafiği var. Başta Topağacı olmak üzere bu bölgede yeni işletmeler açılmasına sebep olacaktır. Bölgenin buna değil deprem toplanma alanı ve yeşil alana ihtiyacı vardır. Burası zaten sıkışık nizam yapılaşmanın olduğu bir mahalledir. Burada Şişli Belediyesi’ne büyük bir tepki var. DAP YAPI’ya ruhsatı neden verdiği konusunda bölge halkını ikna etmesi gerekiyor. Teşvikiye Mahallesi Ekrem İmamoğlu’na yüzde doksanın üzerinde bir oyla en yüksek oyu vermiş bir mahalle. Teşvikiyeliler ikna edici bir açıklama bekliyor. Belediye zaten plan tadili ile ilgili olarak mahkemeye gittiği bir projeye ruhsat vermemeliydi. Parti olarak TOKİ’nin lüks rezidans ve AVM projesine karşıyız. Partimiz yoksul halka konut yapma siyaseti güdüyor. Dava açtığınız bir projeye nasıl ruhsat verirsiniz? Devam eden hukuki süreç varken pandemi döneminde ruhsat vermek gerçekten kabul edilemez. Rant ekonomisinin egemen olduğu bir ülkede siyaset yapıyorsanız bir takım mücadeleleri göze almalısınız. Halk bu projeye karşı ve halkın karşı olduğu bir projeyi belediyenin onaylamaması ve hukuki süreci beklemesi gerekirdi. 

Suzan Bektaş (Teşvikiye Mahalle Muhtarı) ; Buranın deprem toplanma alanı olarak kalmasını istiyor ve bunda ısrar ediyoruz. 13 bin nüfusumuzun yaşadığı mahallede deprem toplanma alanımız yok. İstanbul Büyükşehir Belediyesi bu alanı daha önce deprem toplanma alanı olarak ilan etti. Burayı bağışlayanlar da buranın eğitim alanı olması şartıyla bağışladılar. Hadi eğitim alanından çıkardınız bari deprem toplanma alanı ve yeşil alan olarak bıraksaydınız. Bu yapılaşmaya karşıyız. 

Mahalle Sakini; Ben yetmiş yıldır bu mahallede yaşıyorum. Bu araziyi vakfa devreden şahısları tanıyorum. O kişiler buranın eğitim alanı olarak kalması şartıyla burayı vakfa verdiler. Ancak devlet şahısların yerini alıp TOKİ’ye hediye etti. TOKİ’de DAP yapıya ihaleyle satıyor. Bu ne aymazlıktır. Nefes aldığımız tek yer. Buraya imar izni verilmesi aşağıda Ihlamur Kasrı’nı bile çürütecek. FİDAN UĞUR / KENT YAŞAM GAZETESİ


Mustafa Akın Özerdem; Pandemi Sonrası Görünüm – Yaşam Gazetesi 19 Mayıs 2020

Covid-19, 2019’un son çeyreğinde kendini Çin’de göstermişti. Aslında 19.sundan bahsettiğimiz Covid ailesi virüsler uzun yıllardır dünya üstünde gribal enfeksiyona benzer hastalıklar meydana getiriyordu. Tüm dünya Wuhan’daki salgını magazin seyreder gibi televizyonlarından seyrederken, kimse bunun bu kadar kısa sürede bir pandemiye dönüşüp, bütün dünyayı etkileyeceğini ve 2020’den başlayarak bir ekonomik, sosyal ve siyasal belirsizlik içinde bırakacağını tahmin etmiyordu. 

‘Dünya küresel salgınlara karşı güçsüz’

Pandemi, pek çok şeyi açığa çıkardı,gözler önüne koydu. Her şeyden önce küreselleşmenin geldiği noktada, ulaşımın, iletişimin, mal ve hizmet değiş tokuşunun dünyayı bir global köye dönüştürdüğü görüldü. İkinci tespit şudur; dünya bir bütün olarak, kontrol edilemeyen, önlenemeyen virüslerin yarattığı küresel salgınlara karşı güçsüzdür.Bu gelecekte de dünya nüfusunun karşı karşıya olduğu en büyük tehdittir. Üçüncü tespit daha çok ülkeler, toplumlar ve sistemler üstünedir. Buna göre bilinç ve eğitim düzeyi daha yüksek, örneğin Kuzey Avrupa ülkeleri gibi ülkeler salgından daha az etkilenirken, sosyalizasyonu güçlü, özellikle sağlık alanında kamu etkinliği fazla olan Almanya gibi ülkelerde, hastalıkla başa çıkmak daha kolay olmaktadır.

‘Covid-19 Neo-Liberalizmin ipliğini pazara çıkarmıştır’

Aslında Covid-19 Neo-Liberalizmin ipliğini pazara çıkartmıştır. Ne diyordu Neo-Liberalizm? Devleti küçültebildiğiniz kadar küçültün ve güçsüzleştirin; kamu hizmetlerini özelleştirin; hastaneleri satın! Bu dalgadan çok etkilenen İtalya, İspanya, Fransa gibi ülkeler bunun acısını çekti. Endüstriyel özellikleriyle, tasarım, marka yaratma ve üst düzey üretim yetenekleriyle, pazarlama teknikleriyle çok övünen bu ülkelerde yüzlerce çaresiz, yatalak, yaşlı hasta bakımevlerinde yapayalnız öldüler hastalıktan. Çünkü çalışanlar çaresizlik içinde kaçmışlardı! Bu bile tek başına bir sistemin geldiği rezil noktadır. Aynı şekilde kapitalizmin ve liberalizmin dünyada başını çeken AngloSakson çete, Amerika ve İngiltere hastalıktan en fazla zarar gören ülkelerden oldular. Çarpıcı istatistikler ortaya çıkıyor. Ölenlerin çoğu yoksullar, işsizler ve sağlık sigortası olmayanlar, tabii yine en fazla güvencesiz yaşlılar.

‘Belirsizlik ve güvensizliğin yarattığı arayış bizi daha iyi bir noktaya götürebilir’

Dünyanın kontrollü bir şekilde normalleşme çabaları içinde olduğu bugünlerde dünyanın, dünya ekonomisinin nereye gittiği konusu insanların akıllarını kurcalıyor. Covid-19 bitmedi, yenilmedi. Güvenilir aşı ve ilaç olmadan da bitmeyecek. Özellikle ikinci, üçüncü dalga gibi olasılıklar bir felaket senaryosu olarak köşede duruyor. Ama insanın doğal yapısı gereği herkes bugününden ve yakın geleceğinden endişe duyuyor. “Dünyada hiç bir şey eskisi gibi olmayacak” sözü bir klişe haline geldi. Ortaya çıkan sonuç bir değişim ihtiyacıdır esasen. Ben şahsen,dünyanın hemen iyi yönde evrilip değişeceğini düşünmüyorum. Ama içine gireceği belirsizlik ve güvensizlik ortamında ortaya çıkan arayış insanlığı daha iyi bir yere götürebilir.

‘Ülkeler içine kapanabilir, daha otoriter ve totaliter olabilir’

Bugünkü duruma bakarsak, dünya ekonomisinin bu işten çok yara aldığını söyleyebiliriz. Çeşitli tahminler var. Buna göre Avrupa bölgesi ekonomisi %7,5, dünya ekonomisi %3,3 düzeyinde küçülecek bu sene. Dünya ekonomisindeki bu küçülme 9 Trilyon dolara karşılık geliyor ki; bu Almanya ve Japaonya’nın toplam Gayri Safi Yurtiçi Hasılalarına denktir.  Büyük bir rakam.  Ama bence bu tahminler ve oranlar hala, iyimser tarafta, kuyruğu dik tutmaya yönelik tahminler. Çünkü bilinmezlik bizi daha kötü yerlere de götürebilir. Bilinen şeyler var tabii. Örneğin, başta turizm olmak üzere hizmet sektörünün ve bu sektörde çalışanların en çok zarar görecek olmasıdır. Dünya’da küreselleşme trendinin yavaşlayacağı ve bunun tedarik zincirlerini etkileyeceği. Trump en son konuşmasında “globalizmin sonuna geldik!”dedi. Örneğin, insanların ve giderek toplumların tüketim alışkanlıkları, bununla birlikte üretim şekilleri değişecek. Devletler daha korumalı ve içe dönük olacaklar, bu beraberinde otoriteleşmeyi getirecek; daha otoriter, hatta bazı yerlerde totaliter yönetimler göreceğiz. Irkçılık artacak, Asyalılar ve Afrikalılar daha çok ayrımcılığa maruz kalacaklar, yoksullar, işsizler, evsizler gibi dezavantajlı grupları daha zor günler bekleyecek. Dev sermaye şirketleri salgından ve krizden kar elde etmeye çalışacak, ilaç ve kimya sektörleri çok kazandıracak.

‘Anlı şanlı kapitalizm birkaç gram virüse karşı çaresiz’

Bu karanlık tablo beraberinde bunların alternatiflerini de getirecek. İnsanlar ciddi şekilde materyalizmin zararlarını tartışmaya başladı yeniden. Kapitalizm virüs gibi mutasyona uğrayan ve varlığını sürdüren bir yapı. Adam Smith ile ilkelerini ortaya koyduktan sonra, bir taraftan 1929 büyük dünya buhranı ile diğer taraftan Sovyetlerde uygulamaya konan mülkiyet karşıtı ekonomik sistemle sıkıştığı dönemde, John Maynard Keynes’in, sosyal yardımları, sosyal hakları ve sosyal güvenliği de içselleştirerek meydana getirdiği  “refah devleti” teorisi hayata geçirdi. Böylece sosyalizmin kendisi için yıkıcı etkilerinden kendini korudu. Soğuk Savaş dönemi varlığını devam ettirmesi için en uygun ortamı yarattı. Gümrük duvarlarıyla çevrili bir dünyada, imtiyazlı sınıflar ve kişiler karlı işler yaptı. Burada Kapitalizmin iki ayağı “Sermaye Birikimi” ve “Kar Maksimizasyonu”sonuna kadar sağlandı. O kadar sağlandı ki; artık mevcut yapı yetmemeye başladı. Bunun daha fazlası globalizm idi. Bir yandan üretim araçlarından emek, sınırlandırılır ve yerine ikameler aranırken, sendikalı, örgütlü yapı kısıtlanırken; diğer yandan sermayenin olabildiği kadar eli serbest kaldı. Bu şekilde 80’li yıllardan itibaren küreselleşme ile desteklenen Neo Liberal politikalar hemen her yerde uygulamaya kondu. Ama o anlı şanlı sistemler, ülkeler bütün dünyayı enfekte eden, hepsinin toplam ağırlığı birkaç gram virüslere karşı etkisiz ve çaresiz kaldı.

‘Barış ve sağlığın olmadığı bir dünyanın kimseye yararı olmaz’

Gelecekte ben insanlığın daha doğru sistemi bulacağına inanıyorum. Bu sistem hiç şüphe yok ki, daha insancıl, daha eşitlikçi, daha dayanışmacı, daha adaletli olacak. Çünkü bunların olmadığı bir dünya yaşanılası bir yer olmayacak. Artık ülkeleri sadece Gayri Safi Yurtiçi Hasıla ölçütüyle değil, Gayri Safi Milli Refah ölçütüyle de değerlendirelim, tasnif edelim. Bir Çin atasözü “Dünyadaki bütün taşlar altın olsa, insan yine doymaz” der. Bütün taşları altın bir dünyanın, eğer üstünde sağlık ve barış yoksa kimseye bir yararı yoktur.

3 Mayıs​Dünya Basın Özgürlüğü Günü

Medyanın Yasama, Yürütme ve Yargıdan sonra dördüncü güç haline geldiği dünyamızda özgür basın, bağımsız gazetecilik büyük önem arz ediyor. Çünkü temsili demokrasilerde sandık fetişizmi halk yığınlarının manipülasyonunu gerektiriyor. Bilinçli olmayan seçmen basın yoluyla kolayca yönlendiriliyor. Bunun panzehiri özgür basındır!

23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı Kutlu Olsun

Büyük Millet Meclisi’nin kuruluş yıldönümünü çocuklara bayram olarak hediye eden bir cumhuriyetin ve onun kurucusunun çocukları olarak sizlere 100.yılda büyük bir görev düşüyor. “Çağdaş uygarlıklar seviyesine çıkmak”.
23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı kutlu olsun