Ekonomilerde “kutsallaştırılmış” büyüme gerçekleştirilirse, sanki insana ait tüm ekonomik sorunların çözüleceği gibi bir algı yaratılıyor ki, bu, doğru değil. Zira Klasik Kapitalist İktisat “kaynakların kısıtlılığı” fikri üstüne oturuyor. Aslında bu, bir tespitten çok bir kabuldür. Kaynakların kısıtlılığının kabulü, sisteme, toplumlarda insanlara rol biçme, onları sınıflar şeklinde kümelendirme şansı veriyor. Buna göre, kaynaklar kısıtlıdır; o takdirde dikkatli dağıtılmalıdır ve her birey ekonomiden yaptığı katkı oranında pay almalıdır. Büyüme gerçekleşirse kaynaklar artar ve ekonomi daha fazla insanın ihtiyacını karşılar hale gelir.
Kapitalist sistemin işleyişinde temel kavramlar
Büyümenin nüfus artışını ve giderek artan insan ihtiyaçlarını dengeleme gibi bir etkisi, hiç şüphesiz, vardır. Klasik teori, büyümenin peşine “Kalkınma” ve “Gelişme” gibi kavramları da takar; ama aslında bunlar birbiriyle yakından ilintili olmalarına rağmen, doğrudan ilişkili değillerdir. Yani bir ekonomi büyüyebilir ama ait olduğu ülke kalkınmayabilir veya kalkınma tek başına gelişmeyi temsil etmeyebilir. Sağ ideolojinin sıkı sıkıya tutunduğu ekonomik kalkınma söylemi, beraberinde toplumsal gelişmeyi –ilerlemeyi- getirmeyebilir.
Kapitalizm teorisine göre kaynaklar çarçur edilmemelidir; herkes hak ettiği kadar pay almalıdır. Kimin neyi ne kadar hak ettiği konusu ise ait olduğu sınıfa göre belirlenir. Eğer bir birey uslu uslu ekonomiye katkı yapmaya devam eder, çok çalışır ya da kafayı çok çalıştırırsa, belki bir üst sınıfa geçme şansı vardır. Zira sistem böyle işlemektedir.
Bu sebeple, toplumlardaki geri kalmışlık veya yoksulluk, o toplumda sömürü düzeni olmasıyla değil, kaynakların kısıtlılığı ile açıklanır. Oysa aslında dünya üstündeki sömürü düzeni kapitalizmin var olma sebebidir. Dünya kaynaklarının sınırsız olmaması, bölgesel farklar ve özellikler arz etmesi, doğal olarak geçerlidir; ancak insan aklı ve vicdanı bu şartlar altında daha adil bir düzen kurmaya yeterlidir.
Tarih içinde yaşanan ekonomik ve sosyal gelişmeler, özellikle sosyalizm ve sınıf bilinci, kapitalizmi görece ehlileştirmiştir; ama tırnaklarını sökmemiştir. 1929 küresel krizinden sonra devreye sokulan sosyal politikalar, orta sınıfı geliştirirken kapitalizmin devamını da sağlamıştır. Kapitalizm, bir virüs gibi, gelişen şartlara göre sürekli mutasyon geçirerek mevcudiyetini sürdürmektedir. Bu, daha uzun zaman böyle gideceğe benzemektedir. Kapitalizmin, sür git bir şekilde dünyanın tek ve optimum düzeni gibi görülemeyeceği aşikardır. Ancak onun, yerine başka bir şey koyuncaya kadar dünya üstündeki krallığını sürdüreceğini öngörmek de yanlış olmaz. Geçmişteki sosyalizm deneyimleri, -ister komünist formda, ister sosyal demokrat formda olsun- yeni bir düzen yaratmaya yetmemiştir; fikirleri insanlar için belli kazanımlar getirmekle birlikte, bu krallığı yıkamamıştır.
Günümüz kapitalizminin iki taşıyıcı sütunundan biri serbest piyasa ekonomisi, diğeri seçimli demokratik parlamenter sistemdir. Teoride “optimum” olmayı beraberinde getiren bu iki ayak, çok temel iki kavram üstüne oturur: Serbest piyasa ekonomisi için “bilinçli tüketici”, seçimli demokratik parlamenter sistem için “bilinçli seçmen”. Teorinin ideal şekli budur. Ancak biliyoruz ki, dünyanın hemen her yerindeki toplumlarda bilinçli tüketici ve bilinçli seçmen çölde açan çiçekler gibidir.
Esasen sistemin varlık sebebi olan sömürü, bunun tam tersine gereksinim duyar. İnsan ne kadar az şey bilirse, o kadar huzurludur; çünkü kendi eksiklerinin farkında değildir. Aidiyet ihtiyacını sınıf bilinci üstünden kurgulamayan insan, bu şekilde din ve milliyet gibi başka aidiyet duygularıyla çok kolay manipüle edilebilir. Binlerce yıldır birbirleriyle savaşan insanlar, bugün devasa silah, onun yanında ilaç ve onları besleyen finans sektörlerinin tercihleri doğrultusunda küreselleşerek azgınlaşan kapitalizmin değirmenine su taşımaya devam etmektedir. Gelişen silah teknolojisi, devletlerin büyük ordular halinde savaşmasını güçleştirdiği için, dinsel ve milli aidiyetler üzerinden kaşınan sorunlar yoluyla bölgesel çatışmalar tahrik edilmektedir. Sistem, tehdit unsuru canlı tutularak işletilmeye devam etmektedir.
Günümüzün küresel ekonomik düzeni
Günümüz dünya ekonomisi gerçekler üstüne değil, genel kabul görmüş doğrular ve kabuller üstüne oturur. Aslında bu, mevcut sömürü düzeninin devamını sağlamaktan başka bir şey değildir. En büyük sömürü, karşılıksız basılan güçlü devlet paralarından kaynaklanmaktadır. Kimileri adeta dünyaya paralarını satmaktadır. Diğer dünya devletleri de, kimisi konvansiyonel veya tarım benzeri ürünler, kimisi katma değeri daha yüksek teknolojik ürünler üretmek ve satmak suretiyle bu oyunun bir parçası olmaya çalışmaktadır.
Dünya insanları emeklerini, hizmetlerini dünya kapitalizmine sunmaya amadedir. Bütün bunlar, değeri sürekli diğer dünya paraları karşısında değerlenen “dolardan, avrodan” biraz daha fazla kazanmak içindir. Teknoloji, güçlü olanın lehine işlemektedir; çünkü o da bir yatırım alanıdır. Mukayese ettiğinizde, karşılığında cep telefonu ya da savaş uçağı almak için üretmek ve satmak zorunda kaldığınız buğday, zeytin, mobilya, kumaş gibi konvansiyonel ürünlerin miktarı giderek artmaktadır. Diğer yandan da kapitalizm, kendi tedbirlerini almakta ve giderek daha az insan gücüne ve emeğine ihtiyaç duyacağı endüstri algoritmaları üstünde çalışmaktadır.
Bugün gelinen noktada, geleceğin insanlığını kurtaracak olan, yeni bir dünya düzeninin inşa edilmesine zemin hazırlayabilecek olan kavram “dayanışma”dır. Toplumlardaki bireylerin dayanışması ve giderek toplumların dayanışması, kaynak sorunları dahil pek çok sorunu aşabilir. Mevcut ekonomik ve sosyal dünya düzeninde hala rağbet gören “rekabet” kavramı, kendi içinde kaynak kullanımı konusuna da bir çözüm getirmekte, adeta “altta kalanın canı çıksın” oyununa dönmektedir. İnsan doğasıyla uyumlu bu kavram kapitalist düşüncenin amiral gemisidir. La Fontaine’in ünlü “Leylek ile Tilki” masalında olduğu gibi, sosyal ilişkiler bir karşılıklı sürtüşme, ekonomik ilişkiler ise hep birisinin aç kaldığı bir çekişme halinde sürüp gitmektedir. Oysaki “uzun saplı kaşıklar” öyküsü günümüzün sorunlarına cevap verebilecek bir bakış açısıdır. Ellerini ağızlarına götüremeyecekleri uzun saplı kaşıklar ve birer kase çorba verilen insanlar birbirlerini besleyerek karınlarını doyurabilirler.
Dayanışma insanı güçlendirerek özgürleştirir. Gelişen ve giderek özgürleşen toplumlar önce bir “transnasyonal” sonra da bir “enternasyonal” dünya düzenine evrilebilir. Bu yolla ülkeler ve insanlar arasındaki sınırlar önce aşılır, sonra kalkar. Bunun gerçekleşmesinin tek dayanağı “bilinçli insan”dır.