Krizin Reel Sektöre Etkileri

Bugüne kadar çok fazla kriz gördük, yaşadık. Dünya’da bölgesel krizler dışında, önemli ekonomik krizler 1873-1879 krizi, 1929 Büyük Buhran, 1970 krizi, 2008 krizi ve son olarak 2018’den başlayarak pandeminin de etkisiyle büyüyerek günümüze kadar gelen son krizdir.

Tarihte bilinen ilk kriz 1873 krizidir, 79’a kadar sürmüştür. Amerika’da üretim fazlalığı sebebiyle, ürün fiyatları çok düşmüş, bazı fabrikalar zararına satış yapar hale gelmiştir. Bunun sonucunda işçi çıkarmalar ve iflaslar yaşanmıştır. Bundan firmaların finansörü konumundaki bankalar da kötü etkilenmiştir. Ayakta kalan büyük bankalar batan bankaları ve şirketleri yok pahasına alarak monopol oluşturmuşlardır. Bir görüşe göre finans sektörü reel sektörü ele geçirmiştir ve bu krizin etkileri kapitalizmin rekabetçi yapısını paracı ve tekelci bir yapıya dönüştürmüştür, bunun etkileri hala görülmektedir.

Marx ne diyordu? Kapitalist üretim süreci kendi içinde istikrarsızdır ve sürekli krizler yaratır. Keynes 1936’da kapitalist üretim sürecinin genel eğilim olarak  efektif talep sorunu yaşadığını ve bunun devlet müdahalesi olmadan düzeltilemeyeceğini söylüyordu. Baba liberallerin kemiklerini sızlatan bu Keynesçi, devlet destekli, sosyal adaletçi önerme kapitalizme o yıllardan itibaren can simidi olmuştur. Kapitalizme önemli katkı yapan Avusturyalı iktisatçı Schumpeter kapitalist üretim sürecindeki iniş çıkışları kabul etmekle birlikte buna yaratıcı yıkım demiştir. Ben de kapitalizmin krizlerle sürekli format attığına ve kendi kendini dönüştürerek sürdürdüğüne inananlardanım.

1929 büyük krizi Amerika’dan başlayarak tüm dünyayı etkisi altına almıştır. Tüm dünyada ürün fiyatları çok düşmüş, sadece şirketler değil, ülkeler de iflas etmiştir. Çünkü sanayi üretimi yapan büyük batılı ekonomilerin ithalatı yarı yarıya düşmüş, bu ekonomilere girdi ve hammadde sağlayan diğer ülke ekonomileri adeta batmıştır. Yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti bu noktada çok hızla pozisyon değiştirerek, cumhuriyetin kuruluş aşamasında İzmir İktisat Kongresi’nde alınan kararlarla, çok sığ olan sermaye, arz ve talebi geliştirme yolunda, özel sektörün serbest bırakılarak ve desteklenerek ülke kalkınmasını gerçekleştirme yöntemini terk etmiş, 1930 yılından itibaren devletçi bir yapıya bürünerek planlı kalkınma hedefini benimsemiştir. 1923-38 yılları arasındaki dönemi iktisadi açıdan ikiye ayırmak mümkündür. Birincisi kısmi liberal dönem, ikincisi devletçi plancı dönem. Birincisinde devlet düzenleyici ve destekleyici iken ikincisinde güdümcü ve girişimcidir. Bu yolla özellikle hammaddesi ülke içinden sağlanan ürünlerin üretimini yaparak ve ithal sanayi ürünlerine olan bağımlılığı azaltarak başarılı sonuçlar alınmıştır. Bu konudaki görüşlerimi daha sonra öneriler bölümünde tekrarlayacağım.

20 yıl süren Vietnam Savaşı’nın etkisiyle 70’lerden itibaren, aşırı savunma harcamaları sebebiyle durgunluk şeklinde kendini gösteren kriz yine finans sektörünün devreye girmesiyle aşıldı. Amerika’da bankalar vasıtasıyla işçilere, çalışan geniş kesime kredi muslukları açıldı, tüketici kredileri, “mortgage”ler, savaş sonrası pompalanan tüketim eğilimleri ekonomiyi canlandırdı. Burada önemli bir nokta var. Bildiğimiz gibi 1944’te 2.Dünya Savaşı sonrası dünya ekonomisini, özellikle parasal sistemi dizayn etmek maksadıyla Amerika’da BrettonWoods anlaşması imzalandı.

44 ülkenin katıldığı bu konferansta ülke paralarının sabit kur sistemine geçmesi ve değişim değerlerinin (parite) dolara bağlanması kararı alındı. Çünkü geçmişte dünya ekonomik sisteminde ve ticaretinde en geçerli olan Sterlin altın karşılığı olarak basılıyordu. Birinci Dünya Savaşı’nın yıkımı esnasında bundan vazgeçildi ama dolar altın karşılığı olarak basılmaya devam etti. İşte 1971’de Amerika bu taahhüdünden de tek taraflı olarak vazgeçti ve aslında mertlik bozuldu. Amerika da karşılıksız para basmaya başladı, bu yolla ekonomisini canlandırdı.

Finans sektörü kaynaklı krizlerin en büyüğü 2008 krizidir. Bu kriz subprimemortgage kredilerin ödenmemesi sonucu ortaya çıkmış, sonucunda LehmanBrothers’ın batışıyla önce Avrupa’ya sonra tüm dünyaya yayılmıştır. Giderek reel sektörü de etkisi altına almış, bazı ülkelerde resesyon, bazılarında stagflasyona hatta depresyona sebep olmuştur.Türkiye bu krizden hafif yaralarla kurtulmuştur. Bunun sebebi içte uygulanan etkin ve esnek likidite metodu ve dışta global finans sektörünün kendisini hızla toparlamasıdır. Gelişmiş ülke merkez bankaları krizle baş etmek için faizleri aşağıya çekmiş, o tarihte zaten şişmiş olan uluslararası dolaşımdaki para daha karlı gördüğü Türkiye gibi ülkelere yönelmişti.

Türkiye’deki ekonomik krizler sırasıyla 1994, 2001,2008 ve günümüzdeki krizdir. 94 krizi yurtiçi faiz oranını düşük tutma çabasının ülkeden sermaye kaçışına neden olması sebebiyle çıkmıştır. 1989 yılında sermaye hareketlerinin serbest bırakılmasıyla, kur ayarlamaları satın alma paritesi artış oranlarının altında tutulmuş, TL. aşırı değerlenmiştir. Bu yolla ülkeye önemli miktarda sıcak para girişi olmuştur, sonrasında hükümet kararıyla faizler düşmüş, TL. tutma cazip olmaktan çıkmış, uluslararası derecelendirme kurumlarının not düşürmesiyle güven ortamı ortadan kalkmış, devalüasyon beklentisi ve dolarizasyon had safhaya çıkmıştır. 94 yılı içinde peş peşe üçdevalüasyon yaşanmış, sonuçta faiz/kur makasının daralması sıcak para kaçışıyla sonuçlanmıştır.

2001’de yüksek borç stokları, bankaların görev zararları ve içi boşaltılmış bankacılık sistemi ile krize hazır bir zemine getirilen ekonomi basit bir siyasi kriz ile patlatıldı. Borsa krizin üçüncü gününde %29 değer kaybetmiş, çok sayıda şirketin tahtası kapanmış, gecelik repo faizleri %7500’leri görmüş, 7,6 milyar dolarlık döviz çıkışı kaydedilmiş, enflasyon %90 olmuş, sonuçta Türkiye %9,5 küçülmüştür. 2001 krizi Türkiye’nin en büyük finansal ve bankacılık krizidir, Türkiye’ye 20 milyar dolara mal olmuştur.

2008 krizi az önce söylediğim gibi hafif atlatılmıştır. Bunda en önemli sebepler, 2001’de Türkiye’nin benzer bir finansal kriz yaşanmış ve bazı olumlu adımların atılmış olması, sürecin Merkez Bankası tarafından iyi yönetilirken, dünya’daki sıcak paranın gelişmekte olan ülkeler içinde Türkiye’ye de uğramış olmasıdır. Başka bir ifadeyle kriz Türkiye’yi teğet geçmiştir!

Gelelim günümüze!

2018 yılından itibaren başlayan ve pandemi ile birlikte sorunların ağırlaşarak global krize dönen krizin temel nedeni ekonomiyle ilgili güven bunalımıdır. Yatırım güvencesinin azalması dolarizasyonun başlıca sebebidir. Türkiye krize yüksek borç stoğu, aşırı cari açık ve değerli TL. ile yakalanmıştır. Haziran 2018’te 4,58 olan dolar kuru bugün 18 TL.’nın üstündedir; 4 yılda 4 misli değer kazanan dolardan söz ediyoruz. Bunun makro ekonomideki sonuçları, ekonomik durgunluk, artan borçlar, kredi temerrütleri, kredi bulmaktaki güçlükler, artan işsizlik, TL.’nin değer kaybı, yükselen ve sürekli yükselme eğiliminde olan enflasyon olarak karşımıza çıkıyor.

Pandeminin tüm dünyada görülen olumsuz etkilerinin yanı sıra; yüksek cari açık, yüksek dış borç, ABD ve AB ile yaşanan siyasal ve stratejik sorunların karşılıklı ilişkilere olumsuz yansıması; ülke düzeyinde en başta kurulmuş olan yanlış hipotez    ( faiz sebep enflasyon sonuç saçmalığı ), bunun çerçevesinde sürdürülen düşük faiz politikası, eriyen Merkez Bankası stokları, geciken yapısal reformlar, seçim tartışmaları, sürdürülen hukuksuzluk ve tek merkezli yanlış politikalarla giderek azalan iç ve dış itibarla kriz giderek derinleşmektedir.Öyle gözüküyor ki, yılbaşına kadar daha da ağırlaşacak, sonrasında ekonomik göstergeler uygulanmakta olan seçim politikalarıyla bir miktar düzelse de, özellikle seçim sonrasında kazananın kucağında bir bomba olarak kalacak.

Pandeminin olumsuz etkisi hiç şüphe yok ki çok önemli. Bu süreçte üreten ve özellikle hammadde ve ara mal üreten firmalardaki üretim kaybı, dünya çapında bir tedarik sorunu yaratmıştır. Girdi ve navlun fiyatları çok yükselmiştir, tedarik, imalat, lojistik maliyetleri çok artmıştır. Dünya çapında doların değerlenmesine karşın, tüm dünyada emtia fiyatları dolar bazında artış göstermiştir. Bu tüm dünyayı enflasyonist baskı altına almıştır. ABD ve AB’de enflasyon oranı %9 seviyesine gelmiştir. Haziran 2022’de Amerika Merkez Bankası politika faizini 2,25-2,50 seviyesine getirdi. Üstelik yeni artışlar bekleniyor. Buna karşın Avrupa Merkez Bankası’nın bu konuda geri kalması Euro’yu diğer dünya paraları gibi dolara karşı güçsüzleştirdi ve tüm dünya önlenemez bir dolarizasyonun etkisine girdi. Bunda Amerika’nın dünyada dolaşımdaki doları azaltma çabası da etkili oldu. Ekonomide temel kurallardan biri talep artışını değer artışına neden olduğudur. Bu etkiyi ülkemizde de yaşıyoruz. Dış kredi olanaklarının azalması ve kredi maliyetlerinin aşırı artmasıyla birlikte, Türkiye’nin dış borcu çevirmesi zorlaşmıştır, yabancı derecelendirme kuruluşlarının not kırmasıyla güven ortamı tamamen ortadan kalkmış, Türkiye’nin risk primi çok artmıştır.

Çevremden de gözlemlediğim kadarıyla, dövizin bir ara yükselmesi ihracat yapan firmaların yüzünü güldürmüştür, ancak sonrasında yaşanan maliyet artışları, tedarik sorunları, uluslararası piyasalarda düşen ihracat fiyatları ve ithalat girdi fiyatlarının da çok yükselmesiyle tablo tersine dönmüştür.

Zaten Türkiye ekonomisinin açmazı burada saklı bence.

Başkan ve kabinesi uyguladıkları ekonomik reçetenin üretimi, büyümeyi desteklemek amaçlı olduğunu söylüyorlar. Bunun sonucunda ihracatın artacağını, cari açığın azalacağını iddia ediyorlar. Ama ekonomi bilimiyle problemli olduklarından anlamadıkları noktalar var. Enflasyonla mücadele ederken ekonominizi soğutmanız gerekir. Hepsi bir arada olmaz. Üstelik Türkiye’nin kronik bir dış ödemeler dengesi sorunu vardır. İhracatın ithalatı karşılama oranı önemlidir, ancak esas önemli olan ithalatın niteliğidir. Bizim ithalatımız içinde ezici çoğunlukhammadde ve ara mamul ithalatıdır. Yine teknoloji transferi önemli bir kalemdir. Tüketim malları çok daha düşük bir seviyededir. Bu ithalat yoluyla dışarıya bağımlılığı beraberinde getirmektedir. Üretim ve ihracat yapmak için ithalat yapmak zorundayız.

2020 ve 2021 ihracat-ithalat kalemlerini incelersek, 2020’de ihracat 169 milyar $., ithalat 219 milyar $., ihracatın ithalatı karşılama oranı %77, dış ticaret açığı kabaca 50 milyar $.dır. 2021’de ihracat 225 milyar $, ithalat 271 milyar $., karşılama oranı %83, açık 46 milyar $.dır. Göreceli bir düzelme var gözüküyor, ancak iki yılın mukayesesi hem bunu söylemek için yeterli değildir, hem de konjonktürel etkiler mevcuttur. Dış ödemeler dengesini düzelten kaynağı gri yabancı sermaye transferleri ile birlikte rakamlardaki belirsizlik ve güvensizlik ayrı bir tartışma konusudur. Devlet güdümündeki TÜİK rakamlarıyla örneğin ENAG enflasyon rakamları arasında uçurum mevcuttur. Ağustos 2022’de TÜİK’in açıkladığı enflasyon oranı %79,6 iken ENAG’ın oranı %176’dır. 100 puana varan farklılık ne hesaplama teknikleriyle, ne sepette hangi ürünlerin olmasıyla ilişkilendirilemez. Kaldı ki son zamanlarda TÜİK’in enflasyon, kapasite kullanımı, geçim endeksi gibi rakamları yönetime yakın, benim de üyesi olduğum İTO rakamlarıyla bile çelişmektedir. İTO’nun enflasyon oranı %98,2. Burada bir manipülasyon olduğu açıktır.

Ülkede dolarizasyonun etkisini kırmak iddiasıyla getirilen Kur Korumalı Mevduat aslında tam tersi dolarizasyon etkisi yapmaktadır. Ekonomi yönetimi üstü örtülü bir şekilde ülke ekonomisini, yatırımları, yatırımcı kararlarını dolar kurunu bağlayarak bunu sağlıyor aslında. Ülkemizde açık ve örtülü mevduatın payı Mayıs 2022 itibarıyla %76 olmuştur. TÜİK’in verileriyle bile, hiçbir TL. yatırım aracının pozitif getiri getirmediği bir ortamda dolarizasyonu önleyemezsiniz.

GSYH 2018’de %2,8, 2019’da %0,9 ve 2020’de %1,8 olarak düşük seviyede artmıştır. Türkiye’nin brüt dış borcu 441 milyar $.,GSYH’ya oranı %54,9’dur. Bunun 235 milyarı özel sektöre aittir. İlave olarak 14,7 milyarlık borç hazine garantilidir. Özel sektörün ödeyememesi durumunda borç kamu borcu haline gelmektedir. TCMB’nın dış borç stoğu 2020’ye kadar 8,4 milyar $.iken, 2020’de 19,6, 2021’de 26 milyar $.’a çıkmıştır. Merkez Bankası’nın rezervleri fiilen eksiye düşmüştür, banka yönetimi swap yoluyla kısa vadeli borç arayışına girmiştir. Bütçe açığı Nisan 2022’de 50 milyar TL’nin üstüne çıkmıştır. Bunun 31 milyardan fazlası faiz dışı açıktır. Makro düzeyde sıkıntının büyük olduğu, dış borç stoğunu çevirmenin zor hale geldiği açıktır.

Gelelim piyasaya etkilerine…İSO’nun 500 büyük sanayi kuruluşu üstünde yaptığı araştırmada borçların öz sermayeye oranı %217’yi bulmuştur. Sermaye sığlığı Türk özel sektörünün kronik sorunudur. Sermaye piyasası da sığdır. Örneğin, yatırım fonlarının GSYH’ya oranı G.Kore’de %33, Yunanistan’da %12 Türkiye’de %2,2’dir.

Şirketlerin finansman bulma kabiliyeti çok azalmıştır. Sermaye piyasası sığ olmasının yanında, Borsa İstanbul’da en son yaşanan rezaletler gibi manipülatif hareketlerle güvenilirliğini iyice yitirmiştir. Bankacılık sistemi başlangıçta piyasayı fonlamış bu sebeple son yıllarda bankaların ciroları ve kağıt üstü karları çok artmıştır. Ancak şimdi büyüklü, küçüklü tüm şirketler için krediye ulaşım da zorlaşmaktadır. Bankalar para musluklarını kesmiş durumdadır. BDDK kararıyla, döviz varlığı 15 milyon TL’nın üstünde olan şirketlerin TL.kredisi kullanması yasaklanmıştır. Şirketlerin yabancı para nakdi varlıklarının şirketin aktif toplamından veya yıllık net satış hasılatından hangisi büyükse onun %10’unu aşması durumunda söz konusu şirkete nakdi ticari kredi kullandırılmayacak. Şu anda şirketler finansman ihtiyaçlarını tahvil yoluyla karşılamaya çabalıyor. Ancak büyük şirketler dışında bu olanak ta sınırlıdır.

Ocak 2022’de ihracatçılara zorunlu döviz devir uygulaması başlatılmıştır. Tüm bunlar serbest piyasa ekonomisine müdahaledir ve bir nevi sermaye kontrolü anlamı taşır. Aynı müdahaleci tavır Hazine’nin Gelire Endeksli Senetlerin getirisi üzerine %25,5 üst sınır getirilmesinde de karşımıza çıkıyor. Özetle yanlış bir tez üstünden, yanlış kararlarla ekonomide yaratılan kaos ve yönetilemeyen kriz yasaklarla denetim altına alınmaya çalışılıyor ama nafile.

Kapasite kullanım oranı 2020’de %61,9, 2021’de %77 ve Mayıs 2022’de %78 olarak gerçekleşmiştir. Bu oranlara bakarak, pandeminin sıcak zamanlarında yaşanan kapanmalardan sonra düzelme olduğu söylenebilir; ancak üretim yapan şirketler, başta girdi ve enerji olmak üzere artan maliyetler ve azalan gelirlerle işlerini çevirmekte büyük güçlük çekiyorlar. Üstelik bu şirketlerin üstünde ciddi bir işçi tazminat yükü devam ediyor. Sanayicilik özünde bisiklete binmek gibidir. Sürekli pedal basmak zorundasınızdır, ancak şimdi dinlenmek lüksünüz hiç yoktur, can pahasına üretime devam etmek zorundasınız. Aksi taktirde batarsınız!

Dünya’nın gelişmiş ekonomilerinin geliştirdiği Sanayi 4.0’dan Toplum 5.0’a geçiş hazırlıkları var. Yani üretimde otomasyonun maksimum düzeyde kullanılıp insan emeğinin (hatasının) minimum seviyeye çekilmesinden, yapay zeka ve dijitalleşme ile, karanlık fabrikalarla neredeyse hiç ihtiyaç duyulmayacağı algoritmalar üstünde çalışıyorlar. Bizim üretimimiz ve ihracatımız içinde sanayi ürünleri payı artıyor, ancak bu üretim ve satış hala parça düzeyinde. Bütünsellik arz etmiyor, bu sebeple hali hazırda örneğin motor üretemiyoruz. Başka bir ifadeyle 21.YY’da, Toplum5.0’ın tartışıldığı bir zaman diliminde, biz motor üretmenin peşindeyiz. Bu sebeple milli tank Altay’da Fransız, eğitim uçağı Hürkuş’ta Kanada, insansız hava aracı Anka’da, milli gemi Milgem’de de ithal motorlar kullanılıyor. Yeri otomobil diye lanse edilen Togg’un ise motoru, dizaynı, herşeyi yabancı. İnovasyon, tasarım ve yazılım konularında çok geriyiz.

Arge yatırımlarında dünyanın gerisindeyiz. Arge harcamalarının GSYH’ya oranı bakımından OECD ülkeleri ortalaması %2,4’tür. Almanya’da %3,3, İsrail’de %4,5, G.Kore’de %4,6 olan oran Türkiye’de 2019 itibarıyla %1,06’dır.

Bunun sonucunda biz katma değeri yüksek ürünler üretemiyoruz, marka, patent ihraç edemiyoruz, aksine her tür “know-how”la birlikte bunları ithal ediyoruz. Sonuç itibarıyla Türkiye dünyada artan tedarik ve navlun fiyatlarıyla, girdi maliyetleriyle; Buna karşılık Avro bölgesinde azalan talep ve bitmiş ürün fiyatlarıyla rekabet etmekte giderek zorluk yaşamaktadır, yaşayacaktır.

Tüm dünya ile paralel Türkiye’de yoksulluk artmaktadır. Ülkede uygulanan yanlış ekonomik ve sosyal politikalarla orta kesim giderek küçülmekte yoksul kesim artmaktadır. Türk-İş’in son açıkladığı raporda yoksulluk sınırı 4 kişilik bir aile için 23.600, açlık sınırı 7.245 TL.’sıdır. Ayda 4-5 bin TL. maaş alan emeklilerin bakacak başka kişileri de varsa doğrudan açlık sınırında yaşadığını ortaya koyan acı rakamlar bunlar. İş gücü ödemelerinin, yani emeğin GSYH’dan aldığı pay 2019’da %31,4, 2020’de %29,4 ve 2021’de %27 olmak üzere sürekli düşmektedir. Sermayenin payı ise artmaktadır. Gelir adaletsizliği başka adaletsizlikleri ve toplumsal sorunları beraberinde getirmektedir. Yüksek enflasyon halktan alınan gizli ve haksız bir vergidir. Üstelik yoğun olarak toplumun dar gelirli kesimlerinden alınmaktadır.

Vergi sistemimizde genel olarak kdv, ötv gibi dolaylı vergilerin vergi gelirleri içindeki payı %65, kurumlar, gelir vergisi gibi kazançtan alınan doğrudan vergilerin payı %35 düzeyindedir. Bu konuda yaratılan bilgi kirliliği en son 5 Temmuz 2021 tarihinde C. Başkanı Erdoğan’ın konuşmasında kendini göstermiştir. Erdoğan aldıkları önlemlerle, mahalli idareler gelirleri ve sigorta primleri ile birlikte Doğrudan vergilerin payını %53’ten %61’e çıkarttıklarını belirtmiştir. Devlet kurumları ve danışmanlar ordusunun veri bükücülüğü burada vergi bükücülüğüne dönüşmüş gibi. Çünkü sosyal güvenlik primleri, tahsil edilsin edilmesin dolaysız vergiler içinde gösteriliyor. Fonksiyonsuz bir tasnif bu ve doğru değil!

Benim kriz ve bundan sonraki ekonomik yapı için kısa, orta ve uzun vadeli bazı önerilerim olacak.

Kısa vadede, zihniyet değişikliği ile sorunlara doğru teşhisler koymak ve denenmiş, kabul edilmiş, bilimsel gerçeklere dönmek gerekir. Maliye politikalarından çok daha hızlı sonuç alabileceğiniz para politikalarını devreye sokmak gerekir. Yeni bir ekonomik programla düşük faiz politikası terk edilerek, gösterge faizi yükseltilmelidir. Bu ve bunun gibi düzenlemeleri yapacak şekilde Merkez Bankası bağımsız hale getirilmeli, banka 2008 krizinde olduğu gibi esnek ve etkin likidite yöntemleri uygulamalı, ekonomiye müdahalelerden vazgeçilerek güven ortamı sağlanmalıdır. Bunun için en doğru yol bir yönetim değişikliğidir. 1994 ve 2001 krizlerinden sonra hükümet değişiklikleri olmuş, yeni ekonomik programlarla krizden çıkılmıştır.

Enflasyon Hedeflemesi Rejimi uygulanmalı, buna uyumlu sıkı para ve maliye politikaları birlikte hayata geçirilmelidir. Merkez Bankası Hazine’nin kasası gibi kullanılmamalıdır.

Orta vadede, maliye politikalarıyla gelir adaletsizliklerini azaltacak vergi önlemleri alınmalıdır. Dolaylı vergilerden çok doğrudan vergilere ağırlık verilmeli; kazançları doğrudan vergileyecek şekilde vergi denetimi etkinleştirilmelidir. Kayıt dışılık önlenmeli, vergi kayıp ve kaçaklarının önüne geçilmelidir.

Geçen zaman içinde, en son pandemi döneminde ve döviz dalgalanmaları sonucu oluşan, devlet himayesinde haksız kazanılmış kazançları törpüleyecek ve ekonomiye kazandıracak şekilde servet vergisi uygulanmalıdır. Bunu bugün tüm dünya, batılı liberal ekonomiler dahi tartışıyor ve kabul ediyor. Dolaylı vergiler zaman içinde kademeli olarak azaltılmalıdır. KDV temel gıda ve ihtiyaç mallarında sıfıra kadar azaltılmalıdır, diğer ürünlerde düşürülmelidir. ÖTV kademeli olarak sadece lüks tüketim mallarında uygulanır hale getirilmelidir.

Dolaylı vergiler vergi idaresine büyük kolaylık ve gelir imkanı sağlayan vergilerdir, ancak sosyal adalet açısından buradaki kayıpları başka yollarla telafi yoluna giderek halkın üzerindeki vergi yükü hafifletilmelidir. Bu durum tüketici fiyatlarına yansıyacak, anti enflasyonist etki yapacaktır.

Devlet, genel idarelerden yerel yönetimlere kadar büyük bir tasarruf programı uygulamalı, uygulanması denetlenmelidir. Bugün itibarıyla devletin zorunlu harcamalar ve hizmetler dışında gerekli, gereksiz büyük bir yükü vardır ekonominin, dolayısıyla halkın üzerinde. Bu yük planlı bir şekilde hafifletilmelidir. Bu yolla halkın yeni ekonomik programa güveni ve bağlılığı arttırılmalıdır.

Sosyal Güvenlik sistemi yeniden ele alınmalı, yükün sadece devletin veya sadece özel sektörün üstünde olmayacağı adil, ortak bir sistem geliştirilmeli, özel emeklilik ve sağlık sigortaları desteklenmeli, özendirilmelidir.

DPT yeniden yapılandırılarak, işlevsellik kazanmalıdır. Doğru veriler, gerçekçi hedefler, bilimsellik ve işbirliği doğrultusunda planlama yeniden devreye sokulmalıdır. Planlama ve yeni kalkınma planları sadece devlet bürokratlarının hazırlayacağı metinlerden oluşmamalı, üniversiteler, iş dünyası, onun her kademeden temsilcileri, sendikalar, sivil toplum ve düşünce kuruluşlarının görüşleriyle ortak milli planlama yoluna gidilmelidir.

Planlama programı doğrultusunda hammaddesine kolay ulaşılan sektörlerden başlayarak pilot sektörler benimsenmeli, üretim desteklenmelidir. Diğer taraftan hammadde sağlayacak üretimlere yönelmelidir.Örnek vermek gerekirse bugün itibarıyla deri sektöründe ithal girdi oranı %70 düzeyindedir. Aynı şekilde stratejik bir sektör olan ve ürünleri büyük oranda başka sektörlerde hammadde ve mamul olarak kullanılan Kimya sektörünün dış ticaretinde ithalat lehine 20 milyar $.’lık açık vardır.

Bu gibi sektörlerde teşvikler sanayi kümeleri şeklinde organize bir biçimde yapılanmış entegre üretim adalarına verilmelidir. Organize sanayi bölgeleri işlevsellik kazanmalıdır. Buralarda enerji, lojistik, işçilik konularında teşvikler devreye girmelidir. Arge, inovasyon, marka, patent, tasarım, yazılım ve daha ileri futuristik çabalar gerçek anlamda  desteklenmelidir.

Salgın dönemi ve sonrasında gıdaya erişimin zorlanması Tarımın önemini bir kez daha göstermiştir. Türkiye geleneksel olarak tarımsal üretimden gelen bir ülkedir, ancak bu özelliğini kaybetmiştir. Ucuz iş güçü ihtiyacını karşılayacak şekilde köyden kente göç gerçekleşmiş, kırsal bölgeler boşalmıştır. İzlenen yanlış tarım ve hayvancılık politikaları, terör gibi sebeplerle Türk tarımı ve hayvancılığı deyim yerindeyse ölmüştür. Bu alanlarda çalışacak nüfus ta kalmamıştır. Tarımsal girdiler, gübre, tohum, ilaç, enerji çok pahalıdır. Dolayısıyla tarım bilinçli bir şekilde yatırım yapılması zor bir alan haline getirilmiştir. Son yıllarda organik tarım adı altında küçük ölçekteki çabalar yeterli değildir. Oysa ki, Türkiye’nin su ve toprak kaynakları, hayvancılık yapmaya müsait yaylaları, balıkçılık yapılacak denizleri hala yerinde durmaktadır. Planlama dahilinde tarım ve hayvancılığa yatırım, özellikle kooperatifler desteklenirken, büyük ölçekli devlet üretme çiftlikleri kurulmalıdır. Bu aynı zamanda istihdam yaratacak, büyük kentlerin varoşlarında sıkışmış yığınlar için geri dönüşe vesile olabilecektir. Kültürel sebeplerle şehirlerde yaşamak isteyenler dışında oluşacak yeni cazibe bölgeleri tersine göçü sağlayabilir. Ayrıca tarımsal ve hayvansal ürünler, ham halinden ziyade işlenmiş, endüstriyel formlarda ihraç edilmelidir. Ülkemizin en önemli avantajı stratejik konumudur. Zengin pazarlara yakınlığı çok değerlidir, girişimcilerimizin kıvraklığı, hızlı reaksiyon verme özelliği endüstriyel her tür ürünün satışı için bize avantaj sağlamaktadır.

Ülke ekonomisi rant ekonomisinden üretim ekonomisine evrilmelidir. Ekonomi yönetimi reel sektörü desteklemelidir. Reel sektör anlam itibarıyla, Ekonomide, paradan faiz geliriyle para kazanmayıp, üretim yapan, rant içermeyen sektördür. İmalat, tarım, madencilik, ticaret, taşımacılık, turizm gibi mal ve hizmet üreten faaliyetlere de reel ekonomi diyoruz. Ulusal ekonomide tarım, sanayi ve hizmetler ana sektörlerinde üretici ve tüketici konumundaki tüm vatandaşların tasarrufları finans sektörü tarafından toplanır ve tekrar kullandırılır. Finans sektörü ekonominin  fon arz ve talebinin karşılandığı aracı sektördür.Reel sektör hem gerçek mal ve hizmetlerin üreten, alıp satan bir ekonomik aktördür, hem de gri alanları azdır; denetlenmesi, kontrol edilmesi, desteklenmesi kolaydır.

Orta vadede mutlaka ülkenin hukuk düzeni adil, pozitif bir hale getirilmelidir. Yargı bağımsızlığı, yargıç güvencesi sağlanmalıdır. Bu yolla yerli, yabancı tüm yatırımcılara güven verilmeli, sıcak para şeklindeki gelip geçici para akışlarından ziyade kalıcı, sürekli yatırımlar hedeflenmelidir.

Uzun vadede sürekli eğitim çabaları ve çalışmalarıyla toplumun bilgi ve bilinç düzeyi arttırılmalı, dünyada en son yeniliklere anında adapte olacak, yaratıcı, dinamik, girişimci bir toplum yaratılmalıdır. Benim uzun vadede bir önerim de, eşit vatandaşlık temel geliri olur.

Bu bambaşka bir panel konusu olacak geniş bir tartışma konusu. Dünya ciddi biçimde tartışıyor. En basit ifadeyle, derin yoksulluğu, açlığı gündemden çıkartacak, toplumun en alt kesimindeki insanlara, onların çocuklarına yukarı çıkma şansını, en önemli eşitlik olan fırsat eşitliğini bir nebze sağlayacak bir yöntemdir.

Son söz olarak söyleyeceğim; hak, hukuk, adalet, özgürlük, demokrasi, kalkınma, eşitlik, şeffaflık, hesap verilebilirlik, verimlilik, denetim kavramlarını içselleştirmiş, iyi yönetişimi; yani yönetenlerle yönetilenlerin karşılıklı diyalogla etkinleştirildiği bir ekonomik ve siyasal düzeni özlüyorum. Bize bugün uzak gibi görünen bu kavramlar, aslında ulaşılması imkansız değil. Kilit sözcükler: Hukuk-Demokrasi-Eğitim-Planlama. Bunlarla sonuca ulaşabiliriz. Önümüzde iyi bir örnek var. 1929 Buhranında anında pozisyon alan Cumhuriyet yönetimi, Devletçilik ve Planlı Kalkınma modelleriyle bir başarıya imza attı. Ülkenin kaynakları yok denecek kadar azdı. Sermaye sınıfı, işçi sınıfı, yatırımı, sanayi tesisi yoktu. Dünya ekonomisinin çok daraldığı, bazı ülkelerin iflas bayrağı çektiği bir dönemde, tam bağımsızlık idealinden vaz geçmeden, akılcı, bilimsel, ulusçu ve toplumcu politikalarla bir başarı hikayesi yazıldı.

1929-39 yılları arasında, sanayi artış oranı dünya genelinde ortalama %19 iken aynı dönemde Türkiye’de %96 olarak gerçekleşmiştir. Evet yok denecek kadar küçük sanayiyi devlet yatırımlarıyla büyütmeye birileri şüpheyle yaklaşabilir; evet o zamandan bu zamana dünyada çok şey değişti, ölçekler mukayese edilemeyecek kadar farklılaştı; ancak insan zekası ve onuru aynı. Aynı şekilde yine başarabiliriz.

Bugün elimizde çok daha geniş olanaklar ve insan kaynağı var. Başarabiliriz!