Fransız düşünür Henri de Saint Simon, Sosyolojinin isim babası olan Auguste Comte’nin ustası sıfatıyla bu alanın düşünce babası sayılır. Aslında bilinen en önemli özelliği, tarihin ilk sosyalisti olmasıdır; şöyle ki, Karl Marx’ı da çok fazla etkilemiş, Saint Simon’un seçkinci metodundan farklılaşan Marx Sosyalizm’in temel direği olan sınıf çelişkisini ortaya koymuştur. Marx şöyle der: “Bugüne kadar varolan bütün toplumların tarihi, sınıf çatışmaları tarihidir”. Saint Simon’a göre toplumlarda iki sınıf insan bulunur. Üretime katkı yapan endüstri sınıfı üyeleri, yani sanayiciler, burjuva, işçiler; başka bir deyişle bal arıları ve üretime katkı yapmayan diğerleri; başka bir deyişle eşek arıları veya aylaklar. Düşünüre göre, sanayi devriminin ardından toplumlar endüstri çağının gereklerine göre yeniden şekillenmeli, toplumlarda reform yapılmalıdır. Bundan dolayı onun felsefesi öncelikle toplum konusunu ele alır ve bir toplum felsefesi olarak ortaya çıkar. Simon endüstri toplumunu emeği yücelten bir toplum olarak sunar. Çok genç bir bilim dalının (Sosyoloji) ilk temsilcileri olan bu düşünürler, günümüzün karmaşık ekonomik, teknolojik ilişkilerinden, hele hele otomasyon, dijitalleşme, bilişim, yazılım gibi gelişmelerden bihaber; emeği ön planda tutarak politik iktisadın temellerini atmışlardır.
19.YY’dan itibaren kendini gösteren çağdaş Sosyal Demokrat siyaset emek ile sermayenin, başka bir deyişle üretimin iki olmazsa olmaz bileşeninin uzlaşmasına dayalıdır. Sosyal demokrat partilerle birlikte diğer demokratik sol, sosyalist partileri aynı şemsiye altında toplayan Sosyalist Enternasyonel görüşte gelişen anlayış, emekçi kavramının içine mavi yakalılarla birlikte beyaz yakalıları da, hatta beden ve beyin gücüyle çalışan iş verenleri de almaktır. Her işçi emekçidir ama her emekçi işçi değildir. Kapitalist ekonomi içinde, işçiler, çiftçiler, zanaatkarlar, esnaf, tüccar, hizmet sektöründe çalışanlar, üretimin ve ticaretin devamını sağlayan her kademedeki beyaz yakalılar, serbest meslek mensupları, yöneticiler, eğitim,sağlık,güvenlik,hukuk gibi temel toplumsal hizmet alanlarında çalışanlar; günümüzde tasarımcılar, yazılımcılar, sınıf olduğunun bilincinde olmayan süresiz, geçici işlerde çalışanlar (Prekarya) ile birlikte tabii ki, üretim araçlarının denetim ve birikimini sağlayan girişimciler birlikte toplam toplumsal faydayı yaratırlar; amaç refah toplumuna ulaşmaktır.
Burada ayrıca tartışılması gereken üç önemli konu var. Birincisi sistemin teorik ve pratik hatalarından kaynaklanan sömürü, eşitsizlik, kişiler ve bölgeler arası farklar, yoksulluk, yolsuzluk, kaynakların adaletsiz dağılımı v.b. gibi defoların nasıl düzeltileceğidir ki; bu refah toplumuna giden yolda ekonomik ve sosyal gelişme, hukukun üstünlüğü, başta insan hakları olmak üzere tüm hakların teslimi, eğitimin yaygınlaştırılması, fırsat eşitliği, demokrasi gibi araçlarla çözülmesi gereken, sürece dayalı bir konudur. İkincisi, üretim aşamasında ve ona bağlı ekonomik düzende devletin rolüdür. Devlet sadece toplumdaki ve ülkedeki alt yapı çalışmalarını yapacak, yasaları çıkaracak, güvenliği ve düzeni mi sağlayacaktır? Veya tüm üretim araçlarına tek başına sahip olup mülkiyeti tekelinde bulunduracak ve bütün ekonomik faaliyeti tek başına mı yürütecektir? Tarihsel gelişim ikisinin de mümkün olmadığını ortaya koymuştur. Keynesyen teoriden bu yana devlet artık sosyal devlettir. Bunun gereği olarak bile, devlet ekonomik faaliyetlerin içindedir. Çok tartışılan iki unsur devletin yasal anlamda ne kadar müdahaleci olacağı ve bir girişimci gibi ne kadar ekonomik faaliyetlere müdahil olacağıdır. Burada özellikle Planlama üstünde durmak gerekir. Son otuz yılda Neo Liberal ideoloji tarafından itibarsızlaştırılan planlama, eğer bilimsel yöntemler, gerçek veriler ve gerçekçi hedefler doğrultusunda, reel sektörle ve akademik dünyayla koordinasyon içinde şeffaf ve adil bir şekilde yapılırsa; kaynakların doğru kullanılması, rekabet şartlarının oluşturulması, pilot sektörler öncülüğünde kalkınmanın sağlanması, bölgesel farkların ortadan kalkması, ülke ekonomisinin ve toplamda toplumun gelişimi, sosyal gereksinimlerin karşılanması, doğal kaynakların gelişen çevre koşulları ve kuralları çerçevesinde değerlendirilmesi, dijital dönüşüm, ekonomik hedeflerin gerçekleştirilmesi gibi çok önemli konularda ülkenin önünü açabilir. Günümüzde arayış içindeki dünyada planlı ekonomi sesleri daha fazla yükseliyor. Buradan hareketle üçüncü konumuza gelebiliriz. O da mevcut şartlar altında dünyanın ve egemen kapitalist ekonominin nereye gittiği konusudur. Küreselleşerek azgınlaşan Kapitalizm otomasyon yoluyla ihtiyaç duyduğu insan emeğini minimuma indirdiği gibi, giderek daha az ihtiyaç duyacağı endüstri algoritmaları üstünde çalışmaktadır. Dünyada pandemi döneminin getirdiği yüklerin de etkisiyle bir şeylerin değişmesi gerektiği hemen herkes tarafından dile getirilmektedir. Demokratik toplumlarda, hukukun güvencesinde, planlı ekonominin uygulandığı, iyi yönetişim ilkelerinin ve toplumsal dayanışmanın egemen olduğu düzenler en adil düzenler olarak gözükmektedir. Bu tercih uzun yıllardır Sosyal Demokrasi’nin kendini çokta fazla ifade edemediği, sağda ve soldaki diğer siyasi görüşlere kabul ettiremediği önermeleriyle benzerlik göstermektedir.
Refah toplumuna giden bu yolda reel sektörün rolü karşımıza çıkmaktadır. Sektörün tanımını şu şekilde yapabiliriz: Ekonomide, paradan faiz geliriyle para kazanmayıp, üretim yapan, rant içermeyen sektör. İmalat, tarım, madencilik, ticaret, taşımacılık, turizm gibi mal ve hizmet üreten faaliyetlere de reel ekonomi diyoruz. Ulusal ekonomide tarım, sanayi ve hizmetler ana sektörlerinde üretici ve tüketici konumundaki tüm vatandaşların tasarrufları finans sektörü tarafından toplanır ve tekrar kullandırılır. Finans sektörü ekonominin fon arz ve talebinin karşılandığı aracı sektördür. Reel olmayan ekonomilerde ise, bankacılık, borsacılık, sigortacılık gibi para manipülasyonuna açık sektörlerde kolay para kazanmanın yolları aranır. Buna genel anlamda rant ekonomisi diyoruz ki; son yıllarda ülkemizin içine düştüğü durumdur. İnşaat sektörü gibi üretkenliği olmayan devasa bir sektörle birlikte finans sektörünün güdümünde, üretimin desteklenmediği, yatırımların türlü kur ve maliyet riskleriyle istenen düzeyde olmadığı ülkemizde, içinde bulunulan hukuk ve demokrasi, dolayısıyla güven sorunları sebebiyle reel yabancı yatırımların gelmemesini de eklerseniz bugünkü tablo ortaya çıkar. İnşaat sektörü yarattığı istihdam ve katma değer ile önemli bir sektördür, ama bunu ekonominin ve ekonomik büyümenin lokomotifi yaparsanız, zamanla şişen maliyetler, oluşan yapı stoğu ile birlikte duvara toslarsınız. Bu sektörde ürün çıktısı taşınamaz bina en iyi ihtimalle bir kez satılır, daha sonra birkaç kez el değiştirir. Yapıların bir ekonomi yılı içinde dönüşümü çok yavaştır. Türkiye’de kamu destekli inşaat sektörünün GSYH içindeki payı %5’lerden %8/9 düzeyine çıkmıştır. Hızlı kentleşme, kentsel dönüşüm ve önemli alt yapı yatırımlarını kapsayan mega projeler açısından hiç şüphesiz ki sektör önemli bir işlev yürütmektedir. İnşaat ve gayri menkul sektörünün küresel ölçekte finansal piyasalara entegrasyonu artmaktadır. Bu bağlamda, gayri menkule dayalı menkul kıymetlerin alım satım ve değerleme işlemlerinin yapıldığı piyasaların iş hacmi artmakta, kullanılan ürünler çeşitlenmektedir. Bu suretle artan entegrasyon, ekonomileri sektördeki arz talep dengesine ve finansal piyasalarda oluşabilecek varlık balonlarına duyarlı hale getirmektedir.
Reel sektörün finansmanı çok önemli bir konudur. Reel sektör için en ideal durum öz sermaye olanaklarının geniş olmasıdır, ancak Türkiye’de reel sektör içinde yer alan şirketlerin öz sermayeleri kısıtlıdır, aynı zamanda sermaye piyasası sığdır. Örnek vermek gerekirse, yatırım fonlarının GSYH’ya oranı G.Kore’de %33, Yunanistan’da %19, Türkiye’de %2,2’dir. Bunun sebebi kurumsal yatırımcı eksikliğidir. Gerekli finansmanı sağlayacak finans sektörünü kısaca irdelersek; devlet, şirketler ve hane halkı arasındaki fon akışlarını aracılık eden finansal kuruluşların tamamı sistemin bütününü meydana getirir. Sistemin %90’ını bankalar ve TCMB oluşturur. Faktoring, finansal kiralama, tüketici finansman, varlık yönetim, sigortacılık şirketleri, menkul kıymet aracı kuruluşları, menkul kıymet yatırım, gayrimenkul yatırım ve girişim sermayesi yatırım ortaklıkları diğer büyüklüğü temsil eder. Sektör büyüklüğünün %90’nına karşılık gelen bankalar, sektör istihdamının %88’ini, sektör karının %92’sini temsil etmektedir. Bankacılık sektörü içinde kamu bankalarının önemli payı vardır. Bu kamu yönetimine sektöre doğrudan müdahale olanağı vermektedir. 2019’da 4 trilyon 492 milyar aktif büyüklük oluşturan bankacılık içinde kamu bankalarının aktif büyüklüğü 1 trilyon 532 milyar TL’ye; kredi bakiyesi büyüklüğü 922,5 milyar TL ile % 35,5’a yükselmiştir. Reel sektörü, özellikle KOBİ’leri destekleme, faizleri düşük tutma, enflasyonla mücadele gibi hedeflerinin yanında mega projelere sundukları kredi olanaklarıyla tartışmalı hale gelen kamu bankalarının karşılıksız krediler, görev zararları gibi gri alanları oluşmuştur. Sözde bağımsız Merkez Bankası’nın fiyat istikrarı adına aldığı kararlar, faiz düzenlemeleri başlı başına bir istikrarsızlık kaynağıdır.
Ülke ekonomisinin enflasyonist olmayan sürdürülebilir bir büyümeye ihtiyacı vardır. Oysa ki sürekli yaşanmakta olan makro ekonomik dengesizlikler, krizler, devalüasyonlar, devletin yüksek faizle borçlanıyor olması bunu sürdürülemez hale getirmektedir. Çalışmak, üretmek, sağladığı birikimlerle giderek öz sermayesini büyütürken daha az krediye ihtiyaç duyarak yatırımlar yapmak durumundaki reel sektör bu dengesizliklerden ve istikrarsızlıklardan en fazla etkilenen ekonomik aktördür. Enflasyon halktan alınan gizli ve haksız bir vergidir. Üstelik üst gelir gruplarından çok alt gelir gruplarından alınmaktadır, işsizlikle birlikte yoksulluk toplumu kemirmektedir. Bizim gibi hızlı büyüme kapasiteli, gelişmekte olan, genç nüfuslu bir ülkede enflasyon oranının tek rakamlı belli bir noktada tutulması gerekmektedir. Bütçe açıkları başlı başına enflasyon sebebiyken, reel sektörün enflasyon yaratma olanağı da gözlemlenmelidir. Enflasyon ve reel ekonomik aktivite arasında istikrarlı bir değişim ilişkisi, temel amacı fiyat istikrarını sağlamak ve sürdürmek olan Merkez Bankası için önemli bir konudur. Teorik olarak toplam arz eğrisi doğrusal dışıdır ve bundan dolayı talep eğrisinin yer değiştirmesine karşın, fiyatlar genel düzeyi ile toplam üretimin tepkisi reel üretimde kaynak kullanım düzeyinin ne oranda olduğuna bağlıdır. Bu nedenle toplam mal ve hizmetlere olan talebin, toplam mal ve hizmet arzından fazla büyümesi, kullanılmayan üretim kaynaklarındaki azalmaya yol açıp enflasyonist baskı oluşturur. Bir ekonomideki kullanılmayan üretim kaynaklarının bir önemli göstergesi kapasite kullanım oranıdır. Kapasite kullanım oranı, sanayideki üretim düzeyinin bir yansıması olup, talep ve yatırımla ilgili bilgiler vermektedir. Orandaki düşüşler durgunluğu, yükselmeler genişlemeyi ifade eder. İşsizlik oranı, işsizlik açığı, üretim açığı ekonomide durgunluğun göstergeleridir. Ekonomik canlanma dönemlerinde göreceli daha düşük verimliliğe sahip üretim faktörlerinin kullanılmaya başlaması maliyetlerde artışa, sonuçta tüketici fiyatlarında artışa sebep olacaktır. Ülkemizde son dönemlerde yaşanan fiyat artışlarının önemli bir sebebi budur. Kapasite kullanım oranı optimal olarak %76 olarak ölçülmüştür. ABD’de bu seviyedeki oran ülkemizde %73 seviyesindedir. %82’nin üstündeki kapasite kullanım oranlarında fiyat istikrarının sürdürülebilmesi açısından problem teşkil ettiği gözlemlenmiştir. Bu konuların hepsi planlamanın alanı içine girmekte, bilimsel planlamanın gerekliliğini bir kez daha gözler önüne serilmektedir.
Bir ülkenin kalkınması ve ekonominin istikrarlı büyümesi için öncelikli sektörler vardır. Ülkemizde aktif büyüklük bakımından imalat sektörü 2 trilyon 331 milyar TL ile birinci, toptan ve perakende sektörü 1 trilyon 809 milyar TL ile ikincidir. İmalat sektörünün toplam içindeki payı %27,1’dir.Aynı sektörün ihracat içindeki payı Ekim 2021 itibarıyla, 172 milyar dolar ile %95’e yakındır. Alt sektörler bakımından ihracatta Otomotiv Endüstrisi birinci, Çelik Sanayi ikinci ve Hazır Giyim Konfeksiyon sektörü üçüncü sıradadır. Ancak,Tekstil ve Hammaddeleri, Deri ve Deri Ürünleri, Halı Sanayileri Hazır Giyimle, Demir Sanayi Çelikle birlikte ele alınırsa, çok yakın rakamlarla birinci ve ikinci olmakta, Otomotiv üçüncülüğe düşmektedir. İhracatta Elektrik ve Elektronik Sanayi ile Makine Sanayi de diğer önemli sektörler konumundadır. Dış ticaret açığı ve oradan hareketle cari açığı irdelememiz açısından ithalat rakamlarına, ekonomi açısından olduğu kadar sektörler açısından da ihracatın ithalatı karşılama oranlarına bakmak gerekir. Dış ticaret dengesi mal ve hizmet ihracatı ve ithalatı, yatırım gelir ve giderleri ile tek yanlı transferleri kapsayan bir tablodur. İthalatta Ekim 2021 itibarıyla, ara mamul ( hammadde) 165,8 milyar dolar ile ilk sırada, sermaye (yatırım)malları 28,9 milyar dolar ile ikinci, tüketim malları 20,5 milyar dolar ile üçüncü sıradadır. Görüldüğü gibi tüm sektörler için ara mallar en önemli girdidir. Ara mamulleri kendi üretemeyen bir ülke ekonomisinin dış ticaret dengesinin düzelmesi beklenemez. Bazı sektörlerde ihracat/ithalat karşılama oranları, ara mallar girdisi oranları kritik seviyelerdedir. Eğer ihracata dayalı bir kalkınma arzu ediliyorsa, bu alanlarda ve teknolojide rekabet gücü yüksek olanlar lokomotif sektör olarak belirlenmeli, bazı sektörlere ise özel ilgi gösterilmelidir.
Örneğin, teknolojik ve organik Tarımsal üretim desteklenirken, tarım ürünlerinin ham halinden ziyade, işlenmiş endüstriyel şekilde ihracatı desteklenmelidir. Hazır Giyim ve Konfeksiyon sektörü 2019 rakamlarıyla 18,18 milyar dolar ihracat yaparken 1,71 milyar dolar ithalat yapan, ödemeler dengesine olumlu etki yaparken, özellikle istihdam yaratan bir sektördür. Ancak bu emek yoğun yapısı ve öz sermaye eksikliği gibi sebeplerle kur değişimleri ve uluslararası piyasalardaki rekabet rüzgarlarından çok hızlı ve fazla etkilenir. Fason üretimden ziyade markalaşmaya ve inovasyona özen gösterilmelidir. Tekstil sektörü genel olarak ithalat oranı yüksek bir sektördür. Ara malların Türkiye’de üretimine öncelik vererek bu durum düzeltilebilir. Dünyada kumaşlar ve teknolojiler arasında yeni bağlar kurulmuş, giysi kumaşlarına akıllı sistemler entegre edilmeye başlanmıştır, giyilebilir teknolojiler tüketicilere yeni fiziksel kolaylıklar sunmaktadır. Üretim ve tüketim dünya genelinde artmakta, ekolojik ve ekonomik sebepler geri dönüşümü zorunlu kılmaktadır. Atık malzemenin ikincil hammadde olarak yeniden kullanımı, daha az enerji, su ve kimyasala ihtiyaç duyan makine teknolojileri ve tasarımları ağırlık kazanmıştır. Tüm dünyada elyaf talebi giderek artmaktadır, bu yönlü yatırımlara öncelik verilmelidir. Teknik tekstiller, akıllı tekstiller, tekstil takviyeli kompozitler, nano teknoloji ile üretilmiş üstün nitelikli ürünler, fonksiyonel tasarımlar, çevreci ve geri dönüşümcü yaklaşımlar önem arz etmektedir. Deri sektöründe ihtiyaç duyulan hammaddenin %70’i yurt dışından karşılanmaktadır. Küçük baş hayvanda oran %75, büyük başta %40’tır. Ülkemizde terörün etkisiyle ve yanlış devlet politikalarıyla çok gerileyen hayvancılık sektörünün özel olarak geliştirilmesi aynı zamanda Gıda sektörü ve diğer hayvansal yan ürünler açısından önemlidir. Gıda sektörü yüksek ithalat yapılan bir alandır. Ülkemizin üç tarafı denizlerle çevrili, çok farklı iklimlerin, coğrafi şartların, verimli toprakların bir arada bulunduğu, etrafındaki geniş hinterlandında dış piyasalara ulaşım ve lojistik açısından stratejik konumu gıda sanayine çok önemli fırsatlar yaratmakta, fakat yine başta tarım olmak üzere hayvancılık, balıkçılık gibi kaynakların iyi değerlendirilmemesi sonucu istenen seviye yakalanamamaktadır. Kimya sanayi, petrol, doğal gaz, hava, su, mineraller ve metaller gibi hammaddeleri 70 binin üstünde farklı ürüne dönüştürerek hemen her sektöre ürün satan, ülkelerin endüstrilerinin gelişmesi için hayati önemde bir alandır. Tüm dünyada kimya ürünlerinin %77’si diğer sektörlerde hammadde olarak kullanılmakta, ancak %23’ü nihai tüketiciye ürün olarak satılmaktadır. Sermaye yoğun ve büyük ölçekli bir sanayi dalı olan Kimya sektörü içinde barındırdığı ilaç sektörüyle birlikte önemli katma değer yaratan bir sektördür. Nano teknoloji, biyo kimya, genetik, katalizör, organik kimya ve polimer kimyası gibi bilimsel gelişmelere açık olan sektör geleceğin sektörlerinden biridir. Yeterli yatırımın olmadığı ülkemizde geçtiğimiz yıl, sektör 16,9 milyar dolar ihracat, 38,2 milyar dolar ithalat gerçekleştirmiştir. Başka bir deyişle ticaret açığımızın yaklaşık 22 milyarlık kısmı bu sektör kaynaklıdır. Kimya sanayine ivedilikle dünyada örnekleri olduğu gibi, sanayi kümeleri şeklinde yatırım yapılmalıdır. İlaç sanayinde patent konusu aşılarak yerli üretime ağırlık verilmelidir. Demir ve Çelik sektörlerimizde dünyadaki trendin aksine bir küçülme gözlemlenmekte, bu sektörlerimiz uluslar arası piyasalardaki avantajlarını kaybetmektedirler. Bunun sonucu olarak sektörlerde ihracatın ithalatı karşılama oranı düşmektedir. Başta enerji olmak üzere girdi fiyatlarındaki artış, ara mamul olarak kullanılan hurda ve kömürdeki çevre katkı payı gibi sebepler bunda önemli etkenlerdir. Sonuç olarak bunlar stratejik önemi olan sektörlerdir ve desteklenmeleri şarttır. Ülkenin güçlü olduğu, teknolojik ve katma değeri yüksek ürünler üretilip satılan Otomotiv, Beyaz Eşya, Elektrik ve Elektronik, Makine gibi sanayilerde yeniliklere, gelişmelere açık, Ar-Ge, inovasyon, tasarım ve ileri teknoloji ile üretim yapılmalıdır. Bu alanlarda rekabet giderek yoğunlaşmakta, gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerin araştırma ve geliştirme (Ar-Ge) harcamaları artmaktadır. OECD (Data GrossDomesticSpending on R&D) verilerine göre; 2017 yılı itibariyle OECD ülkeleri arasında GSYH içinde Ar-Ge harcaması payı OECD ortalamasının üstünde olan ülkeler sırasıyla Güney Kore (%4,6), İsrail (%4,5), İsveç (%3,3), Japonya (%3,2), Avusturya (%3,2), Danimarka (%3,1), Almanya (%3,0), ABD(%2,8), Finlandiya (%2,8), Belçika (%2,6)’dır. 2017 yılı OECD ortalaması ise % 2,368’dir. Türkiye’de GSYH içinde gayrisafi yurtiçi Ar-Ge harcaması payı 2017 yılında % 0,961, 2018 yılında %1,03 ve 2019 yılında %1,06’dır. Söz konusu sektörlerde ülkemizin rakibi ülkeler, düşük işçilik ve sabit giderleriyle, değeri düşük ulusal paralarıyla, katma değeri ve rekabet gücü az ürünlerle ihracat yapan; adeta kendi emekçisini, ülke kaynaklarını gelişmiş ülkelere ezdiren, sömürten az gelişmiş veya gelişmekte olan ülkeler değil; aynı zamanda ithalatçı konumundaki gelişmiş ülkelerdir. Sürdürülebilirlik konusu ve iklim değişikliği artık çok daha fazla gündemdedir. Ülkemiz hedefleri ucuz ürünlerle rekabet etmek değil dünya ölçeğinde kalite ve marka imajı uyandıran sektörler inşa etmektir. Değişen global şartlarda sürdürülebilir rekabetçilik için gerçekleştirilecek çalışmalar, ülkemiz açısından itici güç olacaktır. AB tarafından Aralık 2019’da Yeşil Mutabakat metni, Mart 2020’de ise Döngüsel Ekonomi Eylem Planı yayınlanmıştır. Planda, sürdürülebilir bir ekonomik sisteme geçilmesinin, AB’nin yeni Sanayi Stratejisi’nin ayrılmaz bir parçası olduğu ve döngüsel ekonominin uygulanması ile 2030 yılına kadar AB’de yeni iş olanakları yaratılacağı vurgulanmaktadır. Amaç: Daha yeşil, daha döngüsel ve daha dijital bir sanayidir. Avrupa Yeşil Mutabakatı kapsamında AB’ye ihracat yapan sektörlerimizi yeni yaptırımlar beklemektedir.
Sonuç olarak, Ülkemizde reel sektörün gelişmesi ve daha fazla katma değer yaratması için, imalat sanayinde kullanılan ara mamuller çeşitlendirilerek, içerde üretilir hale getirilmeli, başta enerji olmak üzere girdi fiyatları ucuzlatılmalı, organize sanayi bölgeleri sektör bazında sanayi kümeleri halinde şekillenmeli, bu yolla endüstriyel dayanışma sağlanmalı, lojistik, iletişim, ulaşım olanakları arttırılmalı, Ar-Ge, inovasyon, tasarım, patent, teknoloji transferi, know-how gibi geliştirici faaliyetler teşvik edilmeli; dijital finans araçları, kodlama, yapay zeka, metaverse gibi fütüristik konular takip edilerek dünya ile eş zamanlı olarak ekonomiye adapte edilmelidir. Reel sektörün finansmanı hayati önemdedir. Klasik bankacılık sisteminin dışında, sermaye piyasasından orta ve uzun vadeli, uygun koşullu finansman sağlanması düzenlemelerle teşvik edilmelidir. Bu şekilde, yatırımcı ihtiyaçlarına cevap verecek kaynakların geliştirilmesi, bu ürünlerin piyasada dolaşımının sağlanması, kayıt dışına çıkma eğilimindeki tasarrufların kayıt içine çekilerek ekonomiye kazandırılması ve vergi tabanının yaygınlaşması; bu bağlamda sermaye piyasaları aracılığı ile ülkenin ekonomik kalkınması, sermayenin tabana yayılması, sosyal barışın sağlanması gibi çok önemli fonksiyonlar yerine getirilecektir. Ekonomide ağırlık taşıyan kayıt dışılık engellenmeli, bu yolla reel sektör korunmalı, ekonomide ve toplumda adalet sağlanmalıdır. Sosyal güvenlik sistemi yeniden yapılanmalıdır. Kamu ve özel sektörü içinde barındıran yeni bir sistem oluşturulmalı, bu alandaki yük hem kamunun hem reel sektörün üzerinden alınmalıdır. Bütün bunların kamu yararına, bilimsel bir planlı ekonomi ile gerçekleştirilebileceği unutulmamalıdır.